Bu inanca göre Gök'ün ulu TiniTengri'ydi. Kişiler kendilerini gök ata Tengri, toprak ana Ötüken ve insanları koruyan atalarının tinleri arasında güven sezip onlara ve diğer doğa tinlerine yalkarırlardı. Büyük dağların, ağaçların ve kimi göllerin güçlü tinleri barındırdıklarına inanarak yalkarılarını kimileyin bu nesnelere yöneltseler de, bu nesneler tanrı kabul edilmezdi. Sadece onun yeryüzündeki varlığının bir göstergesiydi. Göğün ve yer altının "yedi" katı olduğuna, her katta çeşitli tinlerin var olduğuna inanılırdı. Türkler doğaya ve tinlere saygılı davranıp belli kurallara uyarak, dünyalarını dengede tutmaları ile kişisel güçlerinin doruğuna ulaşıp dışarıya yansıdığına inanırlardı. Eğer bu denge, kötü tinlerin saldırısı veya bir yıkımdan dolayı bozulursa, bir kamın yardımı ya da Tengri'ye verilen bir adak ile yeniden düzene sokulması gerektiğine inanılırdı.[1][2]
İnancın kültürel mirasını günümüzde Moğollarda (Lamaizmle birleşmiş şekilde) ve kimi şimdiye dek doğaya bağlı göçebe yaşam biçimi sürdüren Türk halklarında, örneğin Altay Türkleri, Çuvaşlar (Vattisen Yalı) ve Sahalarda; ayrıca da Finlandiya ve Macaristan'da bulmak mümkündür. Ancak Tengriciliği çoktan bırakmış toplumlarda da bu inancın birçok parçası İslâm, Hristiyanlık, Budizm, Musevilik ya da Taoizm ile birlikte geleneksel ekin olarak günümüze dek sürmektedir. Örnek olarak ağaca çaput bağlama gibi gelenekler ve Türkiye Türkçesindeki "Utançtan yedi kat yerin dibine girdim" deyimi gösterilebilir. Yine ölen birisin ardından yapılan mevlid törenleri (haftası, kırkı, elli ikisi ve yılı diye de bilinir) Tengricilik dininden bugünkü Türklere geçmiş bir gelenektir. Yalnızca Müslüman Türklerde ve Müslüman Boşnaklarda mevlid okutulur. Müslüman Boşnaklar ise bu geleneği Osmanlı döneminde Müslüman Türklerden edinmiştir. Genel olarak dini ne olursa olsun tüm Türk uluslarında Tengri dönemi gelenekleri görmek mümkündür.
Tengri, bugünkü Türkçedeki Tanrı sözcüğünün eski söyleniş şeklidir.[3]Orhun Yazıtları'ndaki çözülen ilk sözcük olup yazılışı "𐱅𐰭𐰼𐰃" şeklindedir.
Eski Türklerin ve Moğolların bugün Tengricilik adıyla bilinen geleneksel inancı, kısa zaman öncesine kadar Türk şamanizmi diye adlandırılıyordu. Ancak Şamanizm terimi artık yalnızca Sibirya'daki inanç sistemi için değil, bütün dünyadaki ilkel inançlar için kullanıldığından 1990'lardan beri Türklerin ve Moğolların geleneksel inancı için Batılı bilimciler arasında Tengrizm adı giderek yaygınlaşmaktadır.
Julie Stewart "Moğol Şamanizmi" adlı makalesinde şunları belirtiyor:[2]Batılı bilim adamları bu inanç için gitgide daha sık Tengrizm adını kullanıyor. Bu ad bu inanç için çok daha isabetli, çünkü bu inanç tamamen Tengri'nin etrafına inşa edilmiştir ve insanların günlük ibadetleri için bir Şaman (Kam)'a ihtiyaçları yoktur.
Tarih
Tengricilik, Tengri’nin etrafından oluşmuş olan ve Macaristan’dan Büyük Okyanus’a kadar olan bölgede yayılmış olan bir inanç sisteminin adıdır.[4] Tengri kültünün en eski kanıtları 3000 yıllık Çin kaynaklarında Hiung-nu (Doğu Hunlar) ve Tue'kue halklarını anlatan yazılarda bulunmuştur (bkz. En eski kanıtlar).[5]
Hun (Çincede Hiung-nu) hükümdarlarının kanlarının Tengri tarafından kutlandırılmış olduğuna inanırlardı. Destanlarında, Tengri'nin yolladığı bir dişi ya da erkek kurdun tanrısal kanının çiftleşme yoluyla hükümdarlarının sülalesine karışmış olduğuna inandıkları çeşitli yollarla belirtilmektedir. En eskisi ve en yaygın olanı kutsal dişi kurt Asena hakkındaki söylencenin ayrı sürümleridir. Birçok eski Türk topluluğunda, Göktürklerde ve Orta Çağ'a kadar var olmuş Türk devletlerinde, kendi köklerinin kutsal Asena boyuna dayandığını vurgulayan ve bu yüzden halkı tarafından yaşayan bir yarı tanrı olarak görülmüş olan Türk hükümdarlarına rastlayabiliriz. Bu hükümdarlar, Tengri'yi yeryüzünde temsil eden Tengri'nin oğulları olarak kabul edilmiştir. Tengri'nin bu hükümdarlara verdiği kudretli hükümdar ruhu olan kut'u elde etmiş olduklarına inanılarak adlarına Tengrikut ya da kutluğ gibi eklemeler yapılmıştır.[5]
Yine de günümüzde, özellikle Türkiye'de, birçok araştırmacı ve tarihçi, Tengriciliği tek tanrılı bir inanç gibi kabul etmektedir.[kaynak belirtilmeli] Prof. Dr. Hikmet Tanyu başta olmak üzere birçok tarihçi bu görüştedir.[kaynak belirtilmeli] Özellikle Hikmet Tanyu, “İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı Dini” adlı yazıtında, bu konu üzerinde durmaktadır. Tanyu, bu yazıtında genel olarak İslâm üzerinden çıkarımlar da yapmakta ve Tengri'nin tek olduğunu, diğerlerinin ise cin, melek ya da ruh olduğunu savlamaktadır.[4]
Göktürkler
Göktürkler, Türk toplulukları arasında inançları, kültürleri ve politikaları hakkında değerli bilgiler içeren yazılı kanıtlar bırakan ilk ulus olmuştur. Orhun Yazıtları'nda Bilge Kağan eski Türk inancını yalnızca bir söz ile açıklamaktadır:[1]„üzä kök tänri asra yağız yer kılıntıkda, ekin ara kişi oğlı kılınmış.“
(Üstte mavi gök, aşağıda yağız yer kılındığında, ikisinin arasında insan oğlu kılınmış.)
Göktürk hükümdarlarının unvanları sürekli Tengri ile olan bağlantılarına değinir; mesela "kök tengri yaratmış" ya da „tänri täg tänri yaratmış Türk bilge kağan“[1]
Göktürk Kağanlığı'nda Tengricilik tek tanrıcı bir din olarak görünmektedir[6] ve kesin olarak birçok başka inançları da barındırmış olan bu kültürde en büyük rolü oynamış ve hatta bu dönemde en parlak zamanlarından birini yaşamıştır.[7] Göktürk hükümdarları, halkları tarafından tanrının seçtiği elçi olarak kabul edilmiştir. Dört 'il'e ayrılmış olan devletin bu illerinin yönetimi dört il han'ca temsil edilmiş ve bu ilhanlar da halkları tarafından tanrısal davranış görmüşlerdir. Ölen bir han ya da kağanın ölümden sonra da tanrısal varlığını sürdürdüğüne inanılmış ve halkına destek olmaya devam etmesi için her sene ölüm gününde onun için bir kurban kesilmiştir.[8]
Ancak bunların yanında Göktürklere Doğu Hunlar'dan miras kalmış olan Çin etkileri de bulmak mümkündür: Doğu Hun İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra son hükümdarların oğullarının birbirlerine düşman olmaları sağlanmış, güneyde kalan bölümü Han Çinlileri ile birlik olmuş ve onların kültüründen etkilenmiştir. Bu dönemde ve sonraki yüzyıllarda Tabgaçlar gibi birçok Türk topluluğunun Çinilerin arasında erimiş olduğu tahmin edilir. Bilge Kağan, atalarının yaptığı bu yanlışları yazılarında ayrıntılı olarak ele almış ve halkını Çinlilerden gelen tehlikeye karşı uyarmıştır. Bu yüzden Göktürkler'de halkın bütünlüğünü korumak için etkili şekilde vurgulanan bir Türk ulusçuluğunda ve Tengriciliğe büyük önem verilmiştir. Buna rağmen 12 hayvanlı Çin takvimi ve göğün yönlerini hayvan adları ile tanımlamak gibi bazı etkiler kalmıştır. Böylece Göktürk Kağanlığı topraklarının bölündüğü dört il, göğün hayvan adlarıyla adlandırılmasından dolayı Kartal ili, Domuz ili, Kaplan ili ve İt ili olarak adlandırılmıştır.[1][8]
Göktürk Yazıtları'nda bulunan diğer bir cümle, Tengricilikteki mahşer günü hakkında bir fikir verir:
Üze Tengri basmasar, asra yir telinmeser, Türk budun ilingin törüngün kim artatı udaçı erti?
(Üstte gök yıkılmazsa, altta yağız yer delinmezse (çökmezse), Türk milleti, senin ilini, senin töreni kim bozabilir?)
Böylece Göktürkler'de Dünya'nın sonunun 'gök'ün yıkılması ve yerin çökmesi ile gerçekleşeceğine inanıldığı söylenebilir.[8]
Kalıntılardan birinde, Budizm'in Türklerin arasında yayılmaması için uyarıcı bir yazı bulunmaktadır. yazıda Büyük Kağan'ın kardeşi, Budizmin Türkleri umursamaz, tembel ve edilgin yaptığını ve bunun önlenmesi gerektiğini kaydetmektedir.[1]
Tengriciliğin diğer inançlara karşı anlayışının ve hoşgörüsünün kanıtlarını bulmak mümkündür. Mesela Karadeniz'in kuzeyinde yapılan kazılarda Tengrici oldukları bilinen Ön Bulgarların kalıntıları arasında Mûsevî, Hristiyan ve Budistlerin de olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur.[9]
Moğollar
Moğolların ve birçok Türk boylarının önderi olan Cengiz Han'ın da diğer inançlara karşı düşmanca bir tutumu yoktu. Savaş olmayan zamanlarda, hatta bazen savaşlardan sonra Budist manastırlarında dinlenir, meditasyon ve oruç ile "ruhunu arıtırdı". Tengrici toplumları birleştirip insanlık tarihinin en büyük imparatorluğunu kurmuş olan hükümdar, konuşmalarına daima Sonsuz "Kök Tengri'nin" (Mavi Gök'ün) dileğiyle sözü ile başlardı. Cengiz Han'ın döneminde Tengricilik, Hunlar'dan ve Göktürkler'den sonra, tekrar ve son kez büyük bir ün kazanmıştı.[2]
Kubilay Kağan, Çin'i ele geçirdikten sonra oradaki yaygın dinlerle de ilgilenmeye başlamıştır. Mesela Tengricilik ile zaten akrabalığı olan Çinliler'e ait "tek bir gök felsefesi" Tien Min'i taklit etmiştir. Ama özellikle Budist Uygur-Türk rahiplerinin bilgilerine ve eğitimlerine hayran kalmış ve onlardan bir heyeti Buda'nın felsefesini Moğolların arasında da yaymak ve yeni bir Buda tapınağı kurmak görevi ile Karakurum'a göndermiştir. Bu rahipler sadece bugüne kadar Moğolistan'da var olan Lamaizmi değil, Uygurlar'ın kendi dillerine göre şekillendirdikleri Sanskrit alfabesini de Moğolistan'a taşımışlardır.[1][10]
Ama Budizme rağmen Tengricilik Moğolistan'daki ağırlığını sürdürmüş, Budizm, Tengriciliğin içine ilave edilmiştir. Bugünkü Moğollar'ın Budizmi, küçük bir Buda heykelini boylarının Ongun'u ve ulu ataları Cengiz Han'ın resmi ile birlikte çadırın kutsal sayılan kuzey köşesine yerleştirmekten ibarettir.[2]
"Tudomany" sözcüğü, eski Macarcada "sihir" ya da "esrarengiz bilgi" anlamına gelirdi (günümüzde "bilim" demektir). "Taltos" denilen Macar şamanları günlerce sürebilen bir baygınlıktan sonra "tudomany"yi elde ederlerdi. "Taltos" sözcüğü Eski Türkçe "tal-" ya da "talt-"'dan (günümüz Türkçesi: "dalmak") kaynaklanır ve "bayılmak" ya da "bilincini kaybetmek" anlamına gelir. Şaman olma işlemi, şaman olacak kişinin kendinden geçmiş bir vaziyette "Gök'e kadar uzanan ağaca" (Macarca "Tetejetlen nagy fa") tırmanması ile gerçekleşirdi. Bu "Dünyalar Ağacı", bu halkların inancının bir parçasıydı.[11]
Ön Bulgarlar, Gök tanrısı Tengri'ye "Tangra" derlerdi[12] ve Tengricilik için tipik olan dağların kutsallığına inanma kapsamında Balkan'ın en yüksek dağına "Tangra" adını verdiler. Bu dağın adı Osmanlılar tarafından 15. yüzyılda "Maaşallah"'a çevrilene kadar böyle kalmıştır. Bugünkü Bulgarcada bu dağın adı Maaşallah'tan türetilmiş şekilde "Musala"'dır.
Ayrıca şimdiye kadar bulunan 80 civarında eski Bulgar Run yazıtının neredeyse hepsinde "Tangra"nın adı geçmektedir. Bulgarlar'dan önce de Trakyalılar ve Yunanlarca kutsal sayılmış olan ve eteklerinde eski Yunan tapınakları bulunan Perpenikon Dağı'nın en yüksek doruğunda ki dikili taşa, eski verimlilik tanrıçası olan Umay'ın resmi kazınmıştır.[13]
Avrupa'ya göç etmiş olan göçebe Tengrici kavimler, yerli olmaları ile birlikte zamanla eski inançlarını unutmuş ve yerli Slav, Cermen ve Romen toplumlarıyla karışmışlardır.
Diğer Türkler
10. yüzyıl öncesinde Araplar ve Farslar'la temasa girip İslam'ı kabul etmiş olan Türk boyları vardır. Ama İslam'ı toplu şekilde kabul etmiş olan ilk büyük Türk topluluğu, Saltuk Buğra Karahan emri altındaki Karahanlılar olmuşlardır (920).[1] Bundan sonra İslam, Orta Asya'nın güneybatısındaki Türk kavimleri arasında süratle yayılmıştır.
Bâzı Türk kavimlerinin İslam'a katılmadan evvel Nestoryan Hristiyanları oldukları hakkında da kanıtlar bulmak mümkündür. 581 yılından kalma bir Farsça yazıda bir savaştan sonra esir düşen Türk askerlerinin yüzlerinde Haç dövmeleri bulunduğundan söz edilir.[1]
762 yılında Bögü Kağan, Göktürk Ülkesi'nin parçalanmasından doğmuş olan Uygur Ülkesi'nde, Mani dinini ülkenin resmî inancı olarak ilan etmiştir. Ancak Farslar'dan alınmış olan Mani dini, eski Türkler'in Tengricilik ilkeleriyle kesinlikle bağdaşmadığından Uygur halkının tümüyle bu dini kabul ettiğine inanmak zordur.[1]
Bundan yüz yıl kadar sonra Uygurların çoğunluğu Budizm'i kabul edip bu temelin üzerine ilk "yerleşik Türk kültürünü" geliştirmişlerdir. Hatta Budizmin öncüleri olup dini diğer halkların arasında yaymaya başlamışlar, binlerce Çince ve Sanskritçe Budist yazısını özenle Türkçeye çevirmişlerdir. Budizmi kendi kültürlerine göre şekillendirmiş ve hatta ilk kez kadınlar için bir manastır inşa ederek "Budist rahibeler" geleneğini başlatmışlardır. Kırgızlar'ın saldırısından sonra bir süre göçebeliğe geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bugünkü Uygurlar çoğunlukla Müslümandır. Uygurlar, bâzı gelenekleri Budizmden İslâm'a taşımışlardır. Mesela kendini ruhsallığa adamış, maddî varlığı olmayan göçmen rahip geleneğini İslâm'da da devam ettirerek kapı kapı dolaşarak iyilik duaları ile geçimini sağlayan ve bazen ermiş olarak görülen derviş geleneğini çıkarmışlardır. İslâm'daki tüm derviş şekilleri buradan kaynaklanmıştır.[1]
16. yüzyıldan sonra, Sibirya'nın Türk kavimleri Ruslar tarafından gitgide Hristiyanlaştırılmış ve Slavlaştırılmıştır. Ancak bu toplulukların Hristiyanlığında günümüzde Tengricilik kalıntılarını bulmak mümkündür. Şimdi bile şaman geleneği sürdürülmekte ve köylerdeki şamanlara olan güven, köyün papazına ya da doktoruna olan güvenden daha çoktur. Bugün Tengricilik, artık sadece Moğollarda Lamaizm ile karışmış bir şekilde ve hâlâ doğaya bağlı ve göçebe yaşam sürdüren bâzı Sibiryalı küçük Türk kavimlerinde görülmektedir.
Tengriciliği bugüne kadar korumuş olan kavimler daima göçebe olmuşlardır. Kimi Müslüman Türkmen ve Kırgız boyları hâlâ tamamen veya kısmen göçebe bir yaşam sürdürmektedirler. Bu boylarda eski dinî törelerini İslâmî dualar ile karışık şekilde uygulayan şamanlara rastlamak mümkündür.[1]
Son yüzyıllarda birkaç kez Tengriciliği modernleştirme ve canlandırma denemeleri yapılmıştır. Bu çabalardan biri, Altay bölgesinde doğmuş olan ve Batılı bilimcilerin Burkhanism dedikleri Burhancılık ya da Ak Yang (Ak Din)'dır. 1902 yılından 1930 yılına dek süren Ak Din'in en önemli özelliği, şamanlara ve Ruslar'a karşı düşmanlığıdır. Onlara göre şamanlar, yüzyıllar boyunca diğer dinlerin ritüellerini taklit etmiş ve saçma sapan şeyler yapmaya başlamışlardır. Ak Din, şamanların Gök'ün (yani Tengri'nin) değil, yer altının, yani kötülüğün temsilcileri olduklarını vurgulamış ve şamanları yok etmeye çağırmıştır. Ak Din için vaaz verilen toplantılarda şaman elbiseleri, şaman davulları ve hatta Rusların şeytanlığı olarak görülen Rus kâğıt paraları bile yakılmıştır. Bu uygulamalara 1930 yılında Ruslarca şiddetli ve kanlı bir şekilde son verilmiştir.[3]
Gökteki kutsal nesneler
Güneş, Ay, ateş ve su, Tengri'nin gücünün simgeleridir. İnsanların göğe yakararak elde ettiklerine inandıkları "buyan" adlı güç, güneşin göğün neresinde durduğuna bağlı olarak değişir. En çok buyanın yeni ay ve dolunayda elde edilebildiğine inanılır. Yılın en uzun gününün yaşandığı ve gündüz ile gecenin eşit olduğu günler, en önemli bayramlardır.[2]
Yılbaşı, 21 Aralık'tan sonra gelen ilk yeni ayda, "Kızıl Güneş Bayramı" 21 Haziran'dan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır.[2]
Venüs gezegeninin Türklerdeki adı "Erklik" Moğollardaki adı "Tsolman"dır. "Ateşli ok" denilen yıldız kaymalarını ve yeryüzüne düşen akan yıldızları Erklik Han'ın gönderdiğine inanılır (Erlik Han ile karıştırılmamalı). Büyük ayı yıldızlarına Moğollarda Doolon Obdog ("Yedi Yaş Damlalı Adam") derler. Gök'ün Ülker yıldızlarına bağlı olduğuna ve Ülker'in etrafında döndüğüne inanılır.[2][5]
Ak Ay bayramında 14 adet tütsü yakılır. Bunların ilk yedisi "Yedi Yaş Damlalı Adam" ve diğer yedisi Ülker içindir.[2]
Üç-Dünya kozmolojisi
Çoğu eski inançlardaki gibi Tengricilikte de gerçek âlemin yanında bir "gök âlemi, " bir de "yer altı âlemi" vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran "Dünyalar Ağacı"dır.
Gök âlemi ve yer altı âleminin yedişer katları vardır (bazen yer altı dokuz, gök de 17 kat olarak geçmektedir). Şamanlar bu âlemlere yolculuk yapmak için birçok girişler tanırlar. Bu âlemlerin katlarında, aynı yeryüzündeki insanlar gibi bir hayat sürdüren varlıklar vardır. Onların da kendi saygı gösterdikleri ruhları ve şamanları vardır. Kimileyin bu varlıklar yeryüzünü ziyaret ederler ama insanlara görünmezler. Sadece ateşin garip bir cızırtısında ya da bir tilkinin havlamasında kendilerini belli ederler ve şamana görünürler.[2][8]
Yer altı âlemi ("Yerlik"/Cehennem-Göktürklerde:Tamağ Moğollarda:"Tam")
Yer altı âleminin yeryüzü ile çok benzerlikleri varsa da yer altı halkının insanlarda olduğuna inanıldığı gibi üç yerine sadece iki ruhu vardır. Onlarda vücut ısısını üreten ve nefes alınmasını sağlayan "ami ruhu" eksiktir. Bu yüzden çok beyaz tenlilerdir ve kanları çok koyu renklidir. Yer altı âleminin güneşi ve ayı çok daha az ışık verir. Yer altında da ormanlar, ırmaklar ve yerleşim yerleri vardır.[2]
Yer altı âleminin efendisi Erlik Han'dır (Moğolca: Erleg Han). Erlik, Tengri'nin bir oğludur. Yer altında yeniden doğmayı bekleyen ruhları da Erlik Han kontrol eder. Eğer hasta bir insanın "süne ruhu" daha ölmeden yer altı âlemine kayarsa bir şaman, Erlik Han ile pazarlık yaparak onu tekrar geri getirebilir. Eğer bunu başaramazsa hasta ölür.[2]
Gök âlemi (Cennet/Uçmak)
Gök âleminin de yer altı âlemi gibi yeryüzü ile benzerlikleri varsa da bu âlemde insanların ruhları bulunmaz. Bu âlem, yeryüzünden çok daha aydınlıktır. Kimi rivayetlere göre yedi tane güneşi vardır. Yeryüzündeki şamanlar bu âlemi ziyaret edebilirler. Burada sağlıklı, hiç dokunulmamış bir doğa vardır ve buranın yerlileri atalarının geleneklerinden hiçbir zaman sapmamışlardır. Bu âlem Tengri'nin himayesi altıdadır.
Kimi günlerde Gök âleminin kapısı aralanır ve ışığı bulutların arasından parlar. Bu anlar, şaman dualarının en tesirli olduğu anlardır. Bir şaman, kendisini gök âlemine götüren hayalî yolculuğunu bir kuşun, geyiğin ya da atın sırtına binerek ya da bu hayvanların şekline girerek gerçekleştirir.[2]
Bir Tengricinin dünyayı görüşü
Bir tengriciye göre Dünya sadece üç boyutlu bir ortam değil, aynı zamanda durmadan dönen bir çemberdir. Her şey bu çemberin içine bağlıdır ve çember durmadan eskir ve yenilenir. Dünya'nın üç boyutu, Güneş'in hareketi, durmadan hareket halinde olan mevsimler ve bütün yaratıkların ölümden sonra tekrar doğan ruhlarından oluşur.[2]
İnsanların üç ruhu
Tengricilikte insan ve hayvanların birden çok ruha sahip olduklarına inanılır. Genelde her insanın üç ruha sahip olduğu kabul edilir ancak ruhların adları, nitelikleri ve sayıları kimi kavimlerde farklı olabilir: mesela Sibirya'nın kuzeyinde yaşayan ve bir Ural halkı olan Samoyetler, kadınların dört, erkeklerin beş ruha sahip olduklarına inanmaktadırlar.[2][5]
Ruh türleri
Kuzey Amerika'da, Orta ve Kuzey Asya'da araştırmalarda bulunmuş olan Paulsen ve Hultkratz, bu ruh inancının bütün halklarda aynı olan iki ruhunu şöyle açıklamışlardır:
Nefes, hayat ya da beden ruhu
Gölge ruhu/serbest ruh
Bunların yanında kavimden kavime değişen "kısmet ruhu", "koruyucu ruh" ve bir de "çocuk ruhu" inancını tarif etmişlerdir. Yeni doğan bir çocuğun "Omi ruhu" olduğuna ve bu çocuk, bir yaşına girdiğinde bu ruhun "Ergen ruhu"na dönüştüğüne inanılır. Ayrıca aynı kavme ait olan insanların bir "toplu ruh"a sahip olduklarına inandıkları saptanmıştır. Bu "kolektif ruh" inancı, aynı türe ait olan hayvanlara da yansıtılır. Yani aynı türe ait olan hayvanların büyük bir toplu ruha bağlı olduklarına inanılır.[14]
Ruh adları
Türklerde ve Moğollarda insan ruhları için birçok farklı adlar bulunur ancak bunların özellikleri ve anlamları henüz yeterince araştırılmış değildir.
Jean Paul Roux, bu ruhların yanında bir de Uygurların Budist dönemlerinden kalan yazılarda sözü edilen "Özkonuk" ruhuna dikkati çeker.[5]
Moğolistan'a araştırmalar yapmak için gidip sonunda hayatını Tengriciliğe adamış ve "Sarangel Odigen" adlı Şamaniçe olarak Moğolistan'da vefat eden bilimci Julie Stewart, Tengricilik hakkında yazdığı makalelerinden birinde ruh inancını şöyle tarif etmiştir:
Amin ruhu: Nefes almayı ve vücut ısısını sağlar. Amin ruhu tekrar canlandırır. (Bu ruhun Türklerdeki adı "Özüt" olsa gerek. Kaşgarlı Mahmud, yazdığı Divânu Lügati't-Türk adlı eserinde "Özüt ruhu"nu nefes ruhu olarak tarif etmiştir).
Sünesün ruhu: Vücudun dışında suya gider, suyun içinde hareket eder. Tabiattaki su çemberi gibi bir varlık sürdürür. İnsan ölünce yer altı dünyasına iner. Tekrar dünyaya gelmesi gerektiğinde bir kaynaktan çıkar ve bebeğin içine girer. (Türklerde "Süne ruhu").
Sülde ruhu: Bir insana kişiliğini veren benlik ruhudur. Diğer ruhlar insan vücudunu terk ederse sadece baygınlığa, benliğini yitirmeye ya da komaya yol açarlar. Fakat bu ruh vücudu terk ederse insan ölür. İnsan ölünce doğada bir cisme girer ve Yer Su ruhu olur. Tekrar dünyaya gelmez.[2]
Hayvanların iki ruhu vardır. Hayvan öldüğünde bunlardan birisi tekrar dünyaya gelir ve diğeri doğaya yerleşir. Hayvanlar, yeniden dirilebilen bir ruha sahip oldukları için onlara da saygılı davranmak ve eziyet etmemek gerekir.
Kut ve Iduk
"Kut", Tengri'nin sadece hükümdarlara verdiği güçlü bir ruhtur. Tengri, bu ruhu bir kağana uygun gördüğü zaman verir ve yine uygun gördüğü zaman geri alır. Bu ruha sahip olan bir kağanın unvanına "Tengrikut" eklenir. Kut'un kelime anlamı "mutluluk" olarak bilinse de bu ikincil anlamı olarak kabul edilir, keza, bu kelimenin Moğolca karşılığı olan "su", "kader" şeklinde çevrilmiştir. Aynı şekilde, Moğol devrinin belgeleri de bu ruhun Cengiz Han ve soyuna özgü olduğunu söyler. Ancak bu kut'a sadece kağanlar sahip olacak diye bir kaide yoktur. Irk Bitig'de, herhalde halktan birisi, sürünerek gittiğinde Tengri'ye rastladı ve kendi kut'u için ona yalvardı. Tengri, onun kut'unu verdi ve dedi ki: "Otlaklığında genç hayvanlar olsun ve hayatın uzun olsun." Aynı kitap hayvanlar için onu işin içine şöyle katıyor: "Bir küçük kuş, bir küçük geyik, bir küçük insan kaybolmuş, ancak Tengri'nin kut'u sayesinde hepsi güvenlikte ve canlı olarak bulunmuştur."
Metinlerden, kut'un hayat için gerekli olduğu ama yalnızca tek bir defa verilmediği anlaşılmaktadır. Kut, "devam etmekte", yerleşmekte veya Orhon yazıtlarında denildiği gibi "onaylanmaktadır." Türk inancında eskiden bunun dağıtıcısının bizzat Tengri olmasına karşın, bu ruh başka üçüncü güçler tarafından da insanlara taşınabilir. Muhtemelen Bay Ülgen ismini, kendisine ait olan bu rolden almıştır. Ülgen ül-, "paylaşmak", "bölmek"in durum ortacıdır ve dolayısıyla anlamı "zengin bölüştüren"dir.[15]
"Iduk" ise, ıd- gövdesinden hareketle fiilden yapılmış bir isim olup, "kutsanmış" olarak tercüme edilmiştir; bu yanlış değilse de yetersizdir ve kelimenin ikincil anlamını yansıtmaktadır. Id-, eski Türk yazıtlarında bile yer almaktadır. Anlamıysa, yenilgiye uğramış bir halkı "serbest bırakmak", daha yaygın olan anlamı ise "göndermek"tir. Kâşgarlı Mahmud bu ifadeyi "göndermek, serbest bırakmak" şeklinde yorumlamaktadır. Yazar, "şans getiren ve kutsal olan her şey" ıduk'tur" diye açıklar ve şöyle devam eder: "Rahatsız edilmeyen, kendi halinde huzur içinde bırakılan her hayvan bu niteleme sıfatını taşır. Bu hayvana ne yük taşıtılabilir, ne sütü sağılabilir ve ne de yünü kırpılabilir. Sahibinin vermiş olduğu sözden ötürü, bu hayvan güdülür ve korunur." Ayrıca, hayvanların dışında, belirli coğrafi bölgeler de ıduk sayılmıştır. Ötüken Ormanı ve Tamir Nehri bunlara örnektir. Bu demektir ki, bu yerlerde orada dünyevî hiçbir eylemde bulunulamaz; orada yaşayan hayvanlar öldürülemez ve orada yaşayan bitkiler koparılamaz.[16]
Tengri'nin yanındaki diğer kutsal varlıklar
Tengricilikte ataların kutsal sayılması ve hatta kimi büyük hükümdarların ölümlerinden sonra tanrı olarak kabul edilmesinden dolayı kabileden kabileye farklı tanrısal varlıklar bulunur. Bu yüzden Tengriciliğin bütün kutsal varlıklarını bir araya toplanması imkânsız gibidir. Mesela Altaylarda çok yüksek bir tanrı olarak görülen Kara Han'ın Oğuz Han'ın babası olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Macar bilimcilere göre Macarcadaki "tanrı" anlamına gelen "İsten" kelimesi İstemi Kağan'a ölümünden sonra tanrı olarak tapılmasından kaynaklanmaktadır.[8][17]
Tengriciliğin bir tek-tanrı dini olup olmadığı hakkında farklı görüşler var olduğu için bu kutsal varlıkların gerçekten "tanrı" olarak mı, yoksa sadece "güçlü ruhlar" olarak mı adlandırılması gerektiği kesin olarak söylenememektedir. Bu konu hakkında bilimcilerin farklı görüşleri, aşağıda Tek-Tanrı Kuramı başlığı altında ele alınmıştır.
En tanınmış kutsal varlıklar
Tengri'nin yanında Tengriciliğin coğrafyasında en yaygın ve en tanınmış kutsal varlıklar şunlardır:
Umay (Iduk Umay ya da Tenger Ninyan): Bereket tanrıçası olup Tengri'nin kızıdır.
Ülgen (Altaylar'da Adakutay, Yakutlar'da Ak Toyun): Tengri'nin oğlu ve Gök âleminin (Cennet'in) efendisidir.
Erlik Han (Yer altı âlemi=Yerlik/Erlik): Tengri'nin oğlu ve yer altı âleminin kağanıdır.
Sibirya Türklerinde
Günümüzdeki Yakutlar ve Altaylar, yukarıda sayılan dört tanrısal varlığın yanında ayrıca şu kutsal varlıkları tanımaktadırlar:[8]
Kayra Han: Altaylılarda yüksek derecede bir tanrı. Gök'ün en yüksek katında, altın bir sarayda, altın bir tahtta oturduğu anlatılır. Altayların yaratılış efsanesinde hatta insanların yaratıcısı olarak gösterilir.
Ayzıt ya da Aykız: Aşk, güzellik ve Ay tanrıçası. Gök'ün 3. katında oturur. Kamlar alkışlarında (alkış = dua) inanılmaz güzelliğini methederler.
Gün Ana: Güneş tanrıçası. Güneş ile birlikte Gök'ün 7., yani en yüksek katında oturur.
Ay ata ya da Ay dede: Ay tanrısı. Ay ile birlikte Gök'ün 6. katında oturur.
Alasbatır: Ev hayvanlarının koruyucusu.
Ancasın: Yıldırımların efendisi.
Su İyesi: Suda yaşayan güzel peri kızlarıdır. Kendilerini yılana ya da kuşa çevirebilme yetenekleri vardır.
Taş Gaşıt: Kısmet tanrısı.
Andarkan: Ateşin efendisi. Eski Kırgızlarda bir bitki tanrıçası aynı isimi taşıyordu.
Satılay: Kötülük tanrıçası. İnsanların dengesini bozar, yoldan çıkarır ve ruh hastalıkları getirir. Çaresiz insanları intihar etmeye ikna eder.
Tengricilikte tabiat ruhlarla doludur. Bu ruhlar bulundukları yerlere ve özelliklerine göre kategorilere ayrılırlar. Bunların adları Tengrici halkların farklı dilleri ve lehçelerine göre değişebilir. Ancak bunlar, genel olarak iki büyük gruba ayrılabilirler:[18]
Gök ile bağlantısı olan ruhlar: Bunların adlarına çoğunlukla "kök-" (mavi) ya da "-tengri" (gök) kelimeleri eklenir.
Yer ile bağlantısı olan ruhlar: Bunlar toplu olarak Türklerde "Yer su" ve Moğollarda "Gazriin ezen" olarak adlandırılırlar.
Rafael Bezertinov yazdığı "Tengrianizm: Religion of Turks and Mongols" adlı kitabında[18] Türklerde 17 kutsal varlığın (Tengri, Umay, Erlik, Ülgen vs.), Moğollarda ise 99 "Gök ruhları"nın 77 "Yer ruhları" ile karşı karşıya durduklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca çoğunlukla Tengri ile bağlantılı olarak kullanılan "kök" (mavi) kelimesinin, bir "gök ruhu" taşıdığı inanılan yaratıklara da eklendiğine dikkati çeker;
‘Kuk’ lakabı ayrıca at, koç, boğa, geyik, köpek ve kurt gibi bâzı hayvanlara da verilmektedir. Bu yakıştırma, hayvanın rengine (alaca) değil, Gök'e ait olmasına dair verilirdi: Kuk – Tengre, yani kutsal öze sahip."
Şamanlar, birçok ruhu kontrol edebilir ancak kimi gök ruhları o kadar güçlüdür ki bir şaman onları etkileyemez. Bir ruh, sadece denge bozulduysa ve düzeltilmesi gerekliyse rahatsız edilebilir. Önemsiz meseleler veya sırf merak için rahatsız edilmemeleri gerekir.[2]
Moğollarda Tengri'nin yanındaki en güçlü kutsal varlıklar Gök'ün ayrı yönlerinde bulunduklarına inanılan dört kudretli gök ruhudur. Moğollar bunların adlarına da "-tenger" (gök) eklerler:
Erleg Han (Erlik Han), yer altının efendisi. Doğu-"tenger"i.
Tatay Tenger, kuzeyden çağrılır. Fırtınaların, yıldırımların ve hortumların efendisi.
Moğolların bu gök ruhları çok güçlüdür ve etkilenemezler. Şamanlar, onlardan sadece bir âyinde yardımcı olmalarını rica edebilir. Bu ruh gruplarının dışında bir de Çor (Moğolca: Çotgor), Ozor, Ongun, Körmöz ve Burhan ruhları vardır.
Yer su (Moğolca: Gazriin Ezen, Yakutca: Ayy): Yer ile bağlantısı olan doğa ruhlarıdır. Bir dağın, gölün, ırmağın, kayanın, ağacın, köyün, binanın; hatta bütün bir ülkenin ruhu olabilirler.
Çor (Moğolca: Çotgor): Dengeyi bozan, bedensel ve ruhsal hastalıklar getiren kötülük ruhları. Bâzı Çor'lar ölmüş insanların, yer altı âleminin yolunu bulamamış olan Süne ruhlarıdır. Bu takdirde bir şamanın bu ruhu tekrar yola getirmesi gerekir. Diğer kötülük ruhları tekrar canlandırma çemberinin dışında dururlar ve sonsuza kadar tabiatta dolaşırlar. Şamanlar bu ruhları etkileyip iyi bir yardımcı ruh haline getirebilirler.
Ozor ruhları, Ongun ruhları ve Burhan ruhları çoğunlukla iyi ruhlardır, ama zaman zaman sorun da yaratabilirler. Ozor ve Ongun ruhları bâzı ataların bir süre boyunca doğada dolaşan Sülde ruhlarıdır. Bu ruhlar, şamanların törenlerinde en önemli yardımcılarıdır.
Körmöz (Moğolca: Utha): Ölmüş şamanların ruhlarıdırlar. Körmözler, daima canlı şamanların yanında bulunur, onlara yol gösterip yardımcı olurlar. Körmözler, birçok şaman kuşaklarının tecrübesine sahiplerdir. İyi ve kötü Körmözler vardır. Ayrıca Körmözler, yeni ölen insanların ruhlarına yol gösterirler ve onları gitmeleri gereken yere götürürler.
Burhan: Burhanlar çok güçlüdürler ve bir şaman onları etkileyemez. Eğer bir insanı hasta ettilerse, sadece hastayı rahat bırakmalarını rica edilebilirler. Sadece çok güçlü bir yardımcı ruhu olan bir şaman, Burhan ruhunu kontrol edebilir. Bu uygulamadan sonra o Burhan, bir Ongun'un içinde tutulan Ongun ruhu olur.[2]
Altaylıların bâzı güçlü doğa-ruhları
Altay Han: Altay dağlarının efendisi. Altay dağlarının zirvesinde oturduğuna inanılan çok güçlü bir ruh.
Buncak Toyun: Buzul Toyun ile birlikte gök âleminin en yüksek katında büyük Kara Han'ın sarayına giden yolun bekçiliğini yapar.
Okto Han: Yer Su kategorisinden güçlü bir dağ ruhu.[8]
Kutsal dağlar, göller ve ağaçlar
Tengrici bir insanın doğaya karşı büyük saygısı vardır, çünkü doğa ruhlarla doludur. Büyük bir dağın, görkemli yaşlı bir ağacın, bir gölün ya da bir vahşî hayvanın bir ruhu ve böylece bir kişiliği vardır. İnsan doğadan sadece kendine ve ailesine lazım olduğu kadarını alır, savurganlık Tengri'yi ve Yer suları öfkelendirir. Eğer insan doğadan bir şey alabildiyse bu salt doğa ruhlarının rızası ile olmuştur. Bu yüzden onlara minnettar olması gerekir.[2]
Çin'in Tang döneminden kaldığı düşünülen Göç destanında Türkler, 40 kuşaktan beri kutsal saydıkları ve ondan güç aldıkları bir kayayı Çinlilere bırakırlar. Gök, âniden garip sarımsı bir renge bürünür, kuş ötüşleri ve doğadaki diğer sesler kesilir, bozkırlar sararmaya, solmaya başlar, Türklerin ve sürülerinin arasında salgın hastalıklar çıkar ve doğadan Yer suların sesleri duyulur "gööç gööç" diye. Yer su ruhları bu şekilde kendilerine ihanet eden Türkleri memleketlerinden kovar ve cezalandırırlar.
Dağ ruhlarının çok güçlü olduklarına inanılır ve bereket için onlara dua edilir. Her Tengrici halk, yaşadığı bölgenin en yüksek dağına hitap eder. Böylece günümüze kadar tüm Avrasya'da kimi dağ adları, bu eski inancın kalıntıları olarak muhafaza edilmiştir. Bir dağ ruhuna edilen dua, bir "Oba"ya yöneltilir. Bu oba, dağın yakınında bulunan ve o dağı temsil eden, 2-3 metre yüksekliğinde dallardan oluşan bir yığıntıdır, yanından geçen kimse üç kez etrafında dolanır ve sonunda obanın tepesine bir taş koyar. Böylece yolculuğunun devamı için uğur ve kendisi için güç aldığına inanır.[2]
Kimi kavimlerde dağa verilecek kurban, dağda bulunan bir gölün içine atılır.
Issık Kul: Kırgızların mitolojilerinde güçlü bir ruhu barındıran kutsal göl.
Musala (Bulgaristan) Bu dağ, Balkanların en yüksek dağıdır ve 15. yüzyıla kadar bir Türk kavmi olarak yaşayan Ön Bulgarların verdiği Tangra (Tengri) adı ile tanımlanmıştır. Daha sonra Osmanlılar bu dağa Arapçadan gelen "Maaşallah" adını vermiştir. Günümüzdeki Bulgarlar, maaşallahtan türetilmiş olarak "Musala" derler.
Tanrı Dağları - (Uygurca: Tengri Tav): Orta Asya'da bulunan büyük dağ sistemlerinden birini oluşturan sıradağlardır. Tengri'nin Türk adını burada verdiği iddia edilir.
En çok makbule geçtiğine inanılan adak hayvanları beyaz atlardır. Atların dışında koyun, keçi ve sığır da kurban edilir. Tengricilikte bir hayvanı kurban ederken dikkate alınması gereken birçok kural vardır. Bir hayvanın tekrar doğacak olan bir ruhu olduğu için ona karşı saygı duyulur ve hayvana gereksiz acı vermemeye çalışılır. Kurban hayvanının başı kesilmez, çünkü ruhu kafasında, boynunda ve solunum yollarında bulunur ve bu yüzden bölünmemesi gerekir. Ayrıca kanının akmaması, kemiklerinin kırılmaması ve hayvanın, postun karın kısmında bulunan bir yırtığın dışında tek parça kalması gerekir. Hayvanın karın kısmından bir kısım kesilerek buradan hayvanın içine el sokulup can damarı bölünür. Moğolistan'da hâlâ bu şekilde yapılmaktadır. Daha sonra hayvan ikiye bölünür ve iki ayrı ateşin üstüne asılır. Hangisinin dumanı dik bir şekilde göğe doğru çıkarsa o bölümü kül olana kadar ateşin üzerinde bırakılır. Çünkü o bölümün kokusunun Tengri'nin hoşuna gittiğine inanılır. Günümüzün Müslüman Kırgızları, kurban bayramında da at kurban ederler.
Kansız adaklar
Kansız adak olarak özel seçilmiş çeşitli gıda malzemeleri, içki, tütün, silah, ev eşyaları ve at yarışları ile güreş gibi farklı şeyler kullanılır. Mesela gök gürüldediğinde bir tas kımız, yoğurt ya da ayran ile üç kez çadırın etrafında dolanılır. Yıldırımın düştüğü noktada gençler, Tengri'nin hoşnutluğunu tekrar kazanmak için güreşler ederler. Ama her gün yapılan ve en sık rastlanan adak, bir tas kımızdan Gök'ün dört yönüne doğru biraz sıçratarak o içkiyi böylece Tengri'ye, Ötüken'e, atalara adayıp gerisini bir dikişte içmektir. Bu gelenek, günümüze kadar tüm Sibirya'da ve özellikle Moğolistan'da yaygındır. Kimileyin votka ile de yapılmaktadır.[2]
Atalar Kültü
Eski Türklerde atalar kültü mevcuttu. Atalar, eski Türk toplumlarında ikiye ayrılırlar: Biri kavmin, imparatorluğun kurucuları olan atalar ya da büyük hükümdarların soy kütüğü; diğeri ise boyun kurucusu, neslinden geldikleri ataların soy kütüğü.
En eski Çin kaynakları, Doğu Türklerinin kendilerine kurban sunmak üzere her yıl atalarının mağara mezarlarını ziyaret etmek gibi bir geleneğe sahip olduklarını aktarırlar. Bu ziyareti bizzat hanın kendisi yapmakta ve kendisine en üst düzey yetkililer de eşlik etmekteydi. Batı Türklerinde de bu gelenek ölmüş değildi, han bu törene katılamayacak olsa bile tören için üst düzey bir yetkili görevlendirilirdi. Diğer göçer gruplar, örneğin T'o-palar da aynı prensibe uyarlardı. Atalar kültü kesin olarak, o soyun beşiği olduğu varsayılan bir bölgeye ait bir kültle ilintilidir.
Bu gelenekte mutlaka bir kurban adanırdı, bu bazen insan da olabilirdi. Olaya ritüel açıdan bakıldığında, bunun Tengri'ye adanan kurban ile eşdeğer bir anlamı olması gerekir. Bu geleneğe Bulgarlarda rastlanır oluşu, bize bunun yalnız belli bir yöreye özgü olmayıp bozkırların bir ucundan diğer ucuna kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Bazı belgeler, bu kurban törenlerinin önemli astrolojik olaylarla aynı zamanda gerçekleşebildiğini göstermektedir. (Yaz gündönümü, sonbahar başlangıcı, gece-gündüz eşitliği vs.)
Hükümdarların mezarları gizli tutulabilirdi. Bundaki amaç, mezar yerinin kutsiyetinin ihlal edilmesini önlemekti. Bu, İskitli göçerlerden miras kalmış eski bir gelenektir. Herodotos, İskitlerin, atalarının mezarları bulunmadığı sürece Darius'la çarpışmak istemediklerini anlatır. Türklerin ve Moğolların, ölmüş düşman hükümdarlarının mezarlarını açtırıp kemiklerini yaktırmasının ya da düşman askerlerinin mezarlarını tahrip etmesinin sebebi bu külttür. Böyle yapmış olmaları, onların, hem iskeletin içinde bir gücün yaşamaya devam ettiğine inandıklarını hem de bir atalar kültünün varlığını kanıtlamaktadır.
Ailenin atalarına ilişkin bir kültün varlığına ise daha az kesin kanıt mevcuttur. Şüphesiz bu kült, hareketli heykelciklerde ya da Çin örneğine uygun olarak, üzerinde yazı veya resimler bulunan levhalarda ortaya çıkmaktadır. Ebu'l Gazi Bahadır Han'ın putperestliğin ortaya çıkışına ilişkin açıklaması daha yakın döneme ait olmasına rağmen, göreceli olarak arkaik bir durumu yansıtabilir. Ebu'l Gazi Bahadır Han bu konuda şöyle der: "Sevdikleri bir kimse öldüğünde, bir gelenek halini aldığı üzere o çağdaki insanlar bir tür bebek yapar ve onu evde muhafaza ederlerdi. 'Bu bizim bilmem kimin figürü' diyerek, onu sevmekten hoşlanırlardı. Yiyecekleri yemeğin ilk lokmasını bu bebeğin önüne koyarlardı; bebeğin yüzünü ve gözlerini titiz bir biçimde sildikten sonra, önünde secdeye kapanırlardı." Bütün bunlar, her ne kadar çok güvenilir kaynaklar tarafından değilse de, başka kaynaklarca da teyit edilmektedir.[16]
Eski Türklerde cenaze törenleri
Tengricilikte bir insanın birden fazla ruha sahip olduğuna ve bu ruhların farklı özellikleri olduğuna inanılması, dönemlik ve bölgesel farklı cenaze merasimlerine yol açmıştır.
Jean Paul Roux'a göre, eski Çin yazılarında Usunların cenazelerini erken dönemlerinde yaktıkları ve daha geç dönemlerde gömdükleri hakkında kanıtlar bulunmaktadır. Kimi başka kaynaklara göre gömülecek cenazeler için mezarın konumu bir akarsunun yakınında seçilir ve bu, vücudun dışında akarsular yolu ile hareket eden süne ruhunun dikkate alındığına işaret eder. Diğer kaynaklarda mezarların konumu yüksek tepelerde seçildiğine kanıtlar bulunur ve bu, gök ile ilişkisi olan nefes ruhunun dikkate alındığına işaret eder.
Kaşgarlı Mahmud da eski Türklerin cenaze gelenekleri hakkında çok faydalı bilgiler aktarmıştır. Yukarıda saydığımız geleneklerin yanı sıra ağaçların üstünde sergilenen cenazeler olduğunu, cenaze merasimlerinde geride kalan yakınların kendilerine tırnakları ve bıçaklar ile zarar verdiklerini yazmaktadır. Cenaze merasiminde özellikle yüzlerini yaralayıp kan gelmesini sağlamaya önem verilmiştir. Çünkü göz yaşlarının kan ile karışıp akmasının derin bir anlamı vardır. Dikkate alınan geleneklerden cenaze çıkan bir evden 40 gün boyunca hiçbir şey alınıp bu eve hiçbir şey verilmemesidir. Kimi kavimlerde 40 gün boyunca ölünün adı anılmaz, aksi takdirde ölünün ruhu o evi terk etmeyeceğine ve gitmesi gereken yola çıkmayacağına inanılır.
Jean-Paul Roux'nun Türklerin ve Moğolların Eski Dini başlıklı çalışmasından:[19]“Ölümü izleyen dönemde bazen birdenbire ortaya çıkan, bazen önceden düzenlenen ağlayıp sızlamalar ile cenaze törenlerinde yer alan ritüele dayalı dövünmeleri birbirine karıştırmamak gerekir. Çinliler, bu ayrımı gayet iyi yapmıştır. Konuyla ilgili tanımlamaları klâsik niteliktedir: ‘Onlar, cenazenin içinde olduğu çadırın kapısı önüne gelir gelmez kanlarının gözyaşlarıyla birlikte aktığının görülmesi için yüzlerini bir bıçakla kesmektedirler.’ Jordanes bunun Hunlar tarafından da yapıldığını belirtmiştir. Diğer gözlemciler arasında İbn Faldan, ‘korkunç ve vahşi bir şekilde bağırıp ağlayan’ erkekler olduğunu açıklamaktadır. Aynı zamanda at yarışları düzenlenmekte, yani ölünün çevresinde düzensiz şekilde dönülmekte, ayrıca koyunlar ve atlar kurban edilerek ‘çadırın önüne serilmektedir’. Ölünün seyredilmesi için açıkta bırakıldığı süreyle ilgili olarak dikkat çeken yedi rakamına, çoğu kez değişik faaliyetler söz konusu olduğunda da rastlanmaktadır: yedi yara, yedi kez çevresinde dönüş…
Gömülme tarihi geldiğinde ceset, Herodot tarafından belirtildiği ve Pazırık kazılarında da görüldüğü gibi en azından İskitlerde ve Moğollarda mezarına kadar taşınmak için araba üzerine konmaktadır. Tukiulerde, Vuhuanlarda, Huan-Huanlarda ve diğer Türk kabilelerinde bunlara bir cenaze alayı eşlik etmektedir. Cenaze törenleri bir araya gelmek için büyük nedenlerden birini oluşturduğu için eskiden olduğu gibi günümüzde de halk toplanmakta ve bunun için uzak yerlerden gelinmekte, yabancı heyetler davet edilmektedir.”:[19]“Hâlen ölüme uçan ruhun shungkur, sungur şeklinde algılanmış olup olmadığını tespit etme imkânımız yok, ancak ‘öldü’ demek yerine shungkur boldi, ‘sungur hâline geldi’ deyiminin İslam dinini kabul ettikten sonra bile Batı Türklerinde kullanıldığı görülmektedir.”[19]
Emel Esin'in Türklerde Maddî Kültürün Oluşumu adlı eserinden:[20]
“Kök Türkler hakkındaki Çin rivayetlerinden anlaşıldığına göre ceset, kubbeli ve yuvarlak biçimli olan Türk çadırına yatırılıyordu. Takvimde uygun bir gün seçerek yuğ merasiminin iki safhası icra edilirdi. Kök Türk beylerinin mezar taşlarında yuğ tarihleri verildiğine göre, gün belirlenirken bâzı astrolojik düşüncelerin varlığından da söz edilebilir. Esasen görüleceği gibi mezar taşlarında astrolojik simgeler de bulunuyordu. Merasim için seçilen günde ceset, at üzerine bindirilip bazen çadır şeklinde bir köşk içinde silahları ve madenî ayna gibi kıymetli eşyaları yakılıyor ve başka bir mevsimde küller gömülüyordu. Türk kağanlarının mezar abideleri dağ şeklindeydi. Daha sonra Kök Türklerde ve Oğuz Türklerinde olduğu gibi ceset yakılmadan gömülüyorsa giyimli ve zırhlı olarak, silahları ve elinde bir kadeh içki bulunan ceset, atıyla mezara yerleştiriliyordu. Mezar âbidesi olarak ölenin bir portresi ve hayatı sırasında giriştiği savaşlardan sahneler tasvir ediliyordu.
Ölen kimsenin hayattayken savaşta öldürdüğü kişilerin simgesi olan taşlar veya heykellere balbal deniyor ve bunlar da mezarın etrafına dikiliyordu. Balballar ve ölene kurban edilen hayvanlar, öbür dünyada hizmete tahsis edilmiş sayılıyordu. J. R. Hamilton ve E. Tryjarski tarafından yeni okunan geyikli bir Kök Türk mezar taşı yazısından anlaşıldığı üzere kurban edilen hayvanların da tasviri yapılıyordu.
Ölenin, onun maiyetinin ve balballar ile kurbanlık hayvanların tasvirleri dikili taşa oyulmuş bir heykel veya kabartma olmaktaydı. Ölenin hayat safhalarını temsil eden levhalar da taşa naklediliyor veya az kabartmalı şekilde oyuluyor ya da kırmızı boyayla çiziliyordu. Bu eserlerin üslubu ilkel, fakat çarpıcı bir ifade biçimiyle kendini gösteriyordu. İnsan tasvirlerinin hiçbiri diğerine benzememekte, kaynaklarda ölenin portresinin yapıldığı hakkındaki bilgi teyit edilmiş bulunmaktadır. Sin adı verilen bu mezar âbidelerinin bazısında Türk sanatkârlarının adları da okunmuştur.”[20]
Jean Paul Roux'nun Altay Türklerinde Ölüm başlıklı araştırmasından:[21]“Aksine bir kanıt bulunmadığı sürece tarihsel çağdaki Altay toplumlarının cenaze töreni geleneklerinin Orta Asya’nın tarih öncesi (Paleo-Asya, Altay veya Hint-Avrupa) geleneklerinin bir devamı olduğunu söyleyebiliriz.”:[21]“Sonuç olarak, Altaylıların cenaze törenleri için kullandıkları değişik yöntemleri aşağıdaki şemayla özetlemek mümkündür:
Ağaçlar üzerinde sergilenen ceset
Hayvanlara terk edilen ceset
Yakılan ceset
Mumyalama uygulanan ceset
Gömülen ceset
Bu beş durumda 2. ve 3. sıradaki işlemlerden sonra hemen hemen her zaman bir gömme işlemi gerçekleştirilmektedir.”:[21] Yakma işlemini anlayabilmek için Ateş Kültü kavramını anlamamız gerekir. Ateş kültü, ateşe tapmak değil; ateş'i Tengri'ye erişmek için bir araç olarak kullanmaktır. Bu sebeple Tengrici törenleri incelediğimizde "Buğ'un bedeni yakılır, canı uçar ve Tengri'ye erişir" sonucuna ulaşabiliriz. Mumyalama işlemi, Qağan için yapılacak yuğ âyinine uzak ülkelerin davet edilmesi, davete cevap alınması ve bu uzak ülke temsilcilerinin gelebilmeleri için cesedin birkaç yıl bekletilmesi zorunluluğundan kaynaklanmıştır. Mumyalama için gerekli malzemeler, uçsuz bucaksız ormanlardan sağlanabiliyordu.
“Çok sayıdaki metinden ölünün çadıra yerleştirildiğini öğrenmekteyiz. Şüphesiz söz konusu olan çadır, ölenin hayattayken sahip olduğu çadır değildir. Bu çadır, genellikle cenaze törenleri için kullanılan ya da bu vesileyle kurulan özel bir yer, bir cenaze yeridir.”:[21]“Türklerin eski tarihlerden beri kefen kullandıkları kanıtlanmıştır.”:[21]“Genel olarak ölünün etler ve içeceklerle birlikte gömüldüğünü öne sürebilecek yeterli bilgimiz vardır.”:[22]“Özetle, öteki dünyada ihtiyacı olan her türlü nesneyi gömmekteler.”[21]
Tengricilikte din adamları: Kam ve Bakşi
Tengricilikte Kam (Şaman) kutsal birisi değildir. Sadece ruhlar ile iletişim kurabildiği için toplum ona saygı gösterir. Bu yüzden diğer dinlerden tanılan din adamları ile karşılaştırılması doğru olmaz. Kamın en önemli görevleri bozulan dengeyi tekrar yerine getirmek ve hastaları iyileştirmektir. İnsanların günlük ibadetleri için bir kama ihtiyaçları yoktur.
Kimi kamlar daha güçlü ruhlar ile iletişim kurabilir ve diğer kamlardan daha güçlü olur. Ak ve Kara kamlar vardır. Bunların görevleri ve hünerleri farklıdır. Ak kamlar Gök'e bağlı ruhlar ile, kara kamlar ise yere ve yer altı âlemine bağlı ruhlar ile iletişim kurarlar. Kamların giysilerine manyak denir. Kamın manyağına asılı bir sürü kendisine güç veren ya da kendisini kötü ruhlara karşı koruyan eşyalar vardır.[2]
Kamların ateşle arınması
“Her şeyin ateşle arındırıldığına inanıyorlar. Dolayısıyla elçilerin veya prenslerin veya diğer herhangi bir yabancı kişinin gelmesi hâlinde bu kişilerin ve getirdikleri hediyelerin tehlikeli olması, büyü yapmaları, zehir getirmeleri veya herhangi bir kötülük yapmaları ihtimaline karşı arınmalarını sağlamak için ateş arasından geçmeleri gerekmektedir.”[19]
Kamların doğaya verdikleri önem
“Daha önce belirlediğimiz gibi hayvan türlerinin yitirilmesi kaygısı, yani doğaya saygı, çevreyi koruma, ihtiyaçtan fazlasını tüketmeme veya şaman dininde hâkim-sahipleri incitmeme endişesi, oldukça iyi bilinen birçok töre ve geleneğin kaynağını oluşturur. En iyi şekilde Moğol çağında tespit ettiğimiz bu gelenekler, herhâlde o çağdan çok önce ortaya çıkmış, ama ancak Cengiz Han döneminde yasak altında yasalaştırılmışlardır.”[19]
Kamların uygulamaları
Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta Asya Şamanizminin temelleri Göktanrı, Güneş, Yer Su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir. Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır.
“İbn-i Sina görünüşe göre Türkmenlerin, yani göçebe Türklerin bir kabilesinde gerçekleşen bir şaman seansına katılmıştır: ‘Bir kehanet elde edebilmek için başvurulduğunda kâhin her yönde koşmaya koyuluyor ve bayılıncaya kadar nefes nefese kalıyor. Bu durumdayken hayalinin kendisine gösterdiği şeyleri dile getiriyor ve orada hazır bulunanlar, gereğini yapmak için sözlerini dikkatle dinliyorlar.’ Yine aynı 11. yüzyılda Kaşgarlı kam kelimesini dört kez kullanıyor. Bunu ‘kâhin’ şeklinde çeviriyor ve niteliğini üç örnekle açıklıyor: ‘Şamanlar, anlaşılmayan çok sayıda kelime söylediler.’ ‘Şaman büyü yaptı.’ ‘Şaman bir kehanette bulundu.’”:[19]“Belki de bir tür kutsal kabul işlemi veya bu aşamaya erişmeyi kutlayan herhangi bir tören sonucunda gereği gibi hazırlanan ve gerekli aletleri kuşanan şaman, müzik eşliğinde kendi etrafında dönerek çıkardığı hayvan seslerinden, uçma taklitlerinden, hayvan gibi zıplama veya sürünmelerinden, kendi varlığının bilincini unutacak kadar sarhoş hale gelebilecektir. Bu durumda tecrübesini, öte dünyaya yolculuğunu, zorlu yükselişini veya tehlikeli düşüşünü, hayvan biçimli ruhlarla olan savaşlarını, bitkin olarak kuvvetten düşünceye kadar mimiklerle canlandıracaktır. … Burada esas olarak amaç, tinleri bildikleri sırlar hakkında sorguya çekmek, yani gelecek hakkında bilgi edinmek; hatta kişilerin ruhunu, görünmez veya serseri yaratıklar tarafından çalınan ve onlar tarafından kaçırılmakla tehdit edilen ruhları aramak, yani büyü aracılığıyla tedavi etmektir.”[19]
Rüzgâr tayı ve Buyanhışıg
Tengriciliğin günümüze kadar çok canlı kalmış olan Moğolistan'da insanların kişisel gücü "Rüzgâr tayı" olarak tanımlanır. Rüzgâr tayının gücü, insanın dünyasını dengede tutması ile bağlantılıdır. Çok güçlü bir rüzgâr tayı, insanın sağlam bir mantığa sahip olmasını, kişisel gücünü dışarıya yansıtmasını ve daima doğru kararlar vermesini sağlar. Eğer bir insan gücünü kötü niyetleri için kullanır ve böylece dengeyi bozarsa bu, onun rüzgâr tayını zayıflatır. Böylece kötülük yapan insanların kendilerine de zarar verdiklerine inanılır (Karma felsefesinde olduğu gibi).
İnanışa göre rüzgâr tayı her gün yapılabilen ufak uygulamalar ile güçlendirilebilir. Mesela kıymetlı bir içecekten göğün dört yönüne doğru sıçratılarak, Gök'e (Tengri'ye), yere ve atalara adak verilir ve dua edilir.
Buyanhışıg ya da kısaca Buyan da rüzgâr tayına benzeyen bir kavramdır. Bir insanın davranışları ile güçlenir ya da zayıflar. Tabulara dikkat edilmediğinde, atalara karşı saygısızlık yapıldığında ve gereksiz yere doğaya zarar verilip hayvanlar öldürüldüğünde doğadaki ruhlar öfkelenir ve insanın Buyanı zayıflar. Rüzgâr tayında farklı olarak Buyan, daha çok toplumsal bir enerji kaynağı olarak görülür. Bir kavime ait olan tek bir kişinin yaptığı hata ile tüm kavimin Buyanı zayıflayabilir. Bu yüzden insanlar, birbirlerine karşı da hata yapmamaları için dikkat ederler. Bir kavimin Buyanını güçlendirmek için bir şaman tarafından yönetilen törenler yapılır.
Rüzgâr tayı ve Buyan inanışları, insanların bâzı kurallara uyarak birbirleri ve çevreleri ile geçinmelerini sağlar.[2]
Bilim
Eski Türklerin daima hareket hâlinde olmuş olmaları, bu yüzden yeterince kazı yapılabilecek yerleşim yerleri bulunamaması, yazı kullanmaya çok geç başlamış olmaları (6. yüzyıl) ve sık sık yabancı kültürlerin etkisi altında kalmış olmaları, antik Türkleri araştırmayı çok zor bir mesele hâline getirir.
Ancak 6. yüzyıldan itibaren kendi yazdıkları dikili taşlar eski Türklerin neye inandıklarını kanıtlamakta ise de yabancı halkların kalıntılarında Türkleri tarif eden çok daha eski yazılar bulunmaktadır. En mühim bilgiler Çin, Arap, Fars ve Bizans kitâbelerinde bulunur. Ancak bu halklar, Türkleri çoğunlukla düşman olarak görmüş oldukları için yazdıkları da neredeyse hiç olumlu değildir. Bu yüzden yabancı kaynaklarda Tengrici Türkler 'iki ayak üstünde yürüyen köpekler', 'insanlık dışı barbarlar', 'kurt ya da köpek kafalılar' gibi adlandırılmışlardır. Buna rağmen bu kaynaklarda da faydalı bilgiler bulmak mümkündür.[1]
Orta Çağ'ın Türk araştırmacısı Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda tamamladığı Divân-ı Lügati't-Türk adlı sözlüğü, Tengriciliği araştırmak açısından en kıymetli kaynaktır. Kendisi Müslüman olan Kaşgarlı Mahmud, kâfirler diye adlandırdığı Tengrici Türklerin yaptıklarını beğenmediğini her fırsatta belirtmiştir. Buna rağmen yazdığı eseri günümüze kadar, İslâm öncesi Türkleri araştıran bütün bilimciler arasında en güvenilir kaynak olarak kabul edilir.[1]
Günümüzde antik Türkleri ve onların inançlarını araştıran bilimcilerin sayıları artmıştır. Ancak birçok önemli noktada tartışmaları hâlâ devam eden farklı görüşler yaygındır.
Tek tanrı kuramı
Eski Türk inancının tek tanrıcı mı, çok tanrıcı mı olduğu hakkında farklı fikirler vardır. Bu noktada en mühim tartışma konusu Tengri kelimesinin hangi zamanda Gök ve hangi zamanda Tanrı anlamında kullanılmış olduğudur. Her iki anlamı da her kaynakta mantıklı bir telaffuz oluşturur. Bu sorunun cevabını bulmak, emin olabilmek için çok mühimdir.
Viyana Üniversitesi'nin bir makalesinde eski Türk inancı hakkında iki genel fikir olduğu şöyle açıklanmaktadır:[23] 1) Türklerde Şamanizm de, Totemizm de yoktu. Türk dini tek tanrıcı bir dindi: Bu fikir özellikle Türk bilimcileri tarafından temsil edilmektedir.
2) Türklerde hem Şamanizm hem Totemizm vardı: Eski dikili taş yazılarında Şamanların sözü edilmese de daha geç yüzyıllarda var olduğu kanıtlanmış ve birçok kuzey Türk dillerinde kam kelimesi hâlâ bulunmaktadır. Türklerin Şamanist olduğu, örneğin bâzı antik Çin yazıları ile de kanıtlanabilmektedir. Türklerdeki Totemizm hakkında pek fazla bilgi olmasa da bâzı deliller buna işaret etmektedir. Scharlipp'e göre en mühim delil, Türklerin türeyiş efsanesidir. Bu efsanede Türklerin kurtlardan türedikleri anlatılır. Ayrıca Türk orduları kurt kafası resmi olan bayraklarla savaşa gitmiş ve hatta ordunun yüksek düzeydeki önderlerine doğrudan Böri (Kurt) adını vermişlerdir.
Jean Paul Roux, bu konuya da diğerlerinden daha çok açıklık getirmektedir:
Tek tanrıcı bir din olan eski Türk dininin yanı sıra çok tanrıcı bir yüzü de vardır. Türklerin güçlü bir hükümdarın egemenliği altında büyük topluluklar oluşturup büyük imparatorluklar kurdukları dönemlerde tek tanrıcılık ön plâna çıkmış, çok tanrıcılık daha çok ayak takımını oluşturan halk arasında veya ancak kavimler tekrar dağılıp anarşi içinde kaldıklarında yüzeye çıkmıştır. Gök tanrısı Tengri'nin yeryüzündeki oğlu olan hükümdar ile yakın bir bağı vardır. Hükümdar, Tengri'nin yeryüzündeki temsilcisidir. Tengri, pantürkçü bir tanrı olsa da aynı zamanda millî ve hükümdar özelliklerine sahiptir. Nasıl herkes yeryüzünde kağan'a kulluk ediyorsa, göğe, yani bütün kâinatın tanrısına da kulluk etmesi gerekiyor. Ancak bunlara rağmen, hatta Tüe'küe devletinin kalıntılarında bile Tengri'nin yanında başka tanrısal varlıklarla da karşılaşmaktayız. Bu varlıklar, bazen Tanrının kendisi için kullanılan Tengri kelimesi ile ya da aziz kılınmış anlamına gelen İduk kelimesi ile tanımlanmaktadırlar. İduk, daha çok kağanın eşi olan Hatun ile bağlantılıdır.[5]
Günümüzdeki yeni Tengricilik
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bu rejimin baskısından kurtulmuş olan Türk halkları, tekrar kendi köklerini ve millî kişiliklerini aramaya başlamışlardır. Bu gelişme, 1990'lı yıllarda ilk başta Tataristan'da, sonradan Rusya'da ve Kırgızistan'da belli olmuştur. Tataristan'da bu hareketin ismi ilk başlarda "Bizneng yul" (Bizim yol) iken sonradan "Tengirçilik" (Tengricilik) daha sık duyulur olmuştur. Zamanla Tengricilik, halkın arasında yaygın olan bir heves olmaktan çıkmış, devlet tarafından desteklenmeye ve enstitüleri kurulmaya başlanmıştır. Böylece 1997 yılında Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te Tengrici bir topluluk kurulmuş ve en son verilere göre 500.000 resmî üyeye sahiptir.[24] Tengriciliğin Kırgızistan'da bulunan başka önemli bir kuruluşu da "Tengir Ordo" (Tengri'nin Ordusu)'dur. Bu kuruluş, Kırgızistan'ın parlamentosunda milletvekili olan Dastan Sarygulov tarafından kurulmuş ve yine kendisi tarafından yönetilmektedir.[24] Ayrıca Tengricilik araştırma merkezidir. Bu kuruluş, İstanbul Üniversitesi'nin Türk Dünyası Araştırma Merkezi ile bir işbirliği yapmaktadır. Tengir Ordo'nun çalışmalarına zamanla diğer Türk halklarının da ilgisi artmış ve Orta Asya'da çok kez basına yansımıştır.
Tengriciliğin Moğolistan'daki organizasyonu "Golomt Center for Shamanist Studies" (Golomt Şamanist Çalışmalar Merkezi)'dir. Bu kurum, Tengriciliği araştırmanın yanı sıra bu inancı Batılı ülkelere de tanıtıp yayma amacıyla bir İngilizceİnternet sitesi yayınlamaktadır.
Ayrıca Prof. Dr. Schagdaryn ve Dr. Sendenjaviin Dulam gibi bâzı Moğol bilimcileri, Dünya'nın birçok yerinde yüksekokullarda konuşmalar yapmaktadırlar.[10]
'80'lerin sonu ve '90'ların başında, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla, Çuvaşistan'da Vattisen Yaly adı verilen ve Çuvaş Toplumunun etnik dinini yeniden canladırmayı hedefleyen bir Tengricilik şekli ortaya çıkmıştır. Vattisen Yaly'i takip edenler "Doğru Çuvaş" olarak tanımlanmaktadır.Çuvaş Ulusal Kongresi, 1990'lar boyunca boyunca bu Ulusal Din düşüncesini sürdürmüştür.Ülkenin aydınları, bu inanışın izini sürerek, eski ritüelleri yeniden uygulayarak topluma kazandırmışlardır.Vattisen Yaly üzerine teolojik tartışmalar sürdürülmüş ve bazı aydınlar tarafından, Katolik Kilisesi inancına benzer şekilde teslis formunda, bazı aydınlarca da tektanrıcı formda olması gerektiği belirtilmiştir.[25]
Bu gelişmelerin yanında Orta Asya ülkelerinin bayraklarında ve armalarında Tenğricilikle alakası olan sembollerin geriye döndüğü dikkati çekmektedir. Özellikle Gök'ün mavi rengi ve kurt sembolleri günümüzün Türk Cumhuriyetleri'nin bayraklarında yer almaktadırlar.
2022 yılında Burhanettin Mumcuoğlu ismindeki avukat, kimliğindeki din bilgisini 'Tenğri' olarak değiştirerek Türkiye'de resmi olarak Tenğricilik inancını benimseyen ilk kişi oldu.[26][27]
Tenğricilik günümüz dünyasındaki Türk ve diger halklar tarafından da inanılmaktadır.
Çok tanrılı gibi gözükmesine rağmen aslında tek tanrılı bir dindir. Bu inanca göre Tengri tektir, en üstündür ve her şeyin yaratıcısıdır. Yine de bu konuda bir söz birliğine varılmış değildir.
Tengriciler, kendi dinlerinin kitaplı dinlerden önce var olduğuna inanırlar.
Umay, Ülgen, Erlik Han gibi tanrı ve tanrıçalar, Gök-Tengri'nin özel melekleri olarak da kabul edilebilir.
Tengriciler doğaya çok önem verirler. Doğada bir dengenin olduğuna, bu dengenin değiştirilmesi durumunda insanların ve diğer canlıların zarar göreceklerine inanılır.
Tengriciler, hayvanların ve bitkilerin de ruhları olduğuna inanırlar.
Tengriciler, doğadaki diğer maddelerin de ruhları olduğuna inanırlar. (bkz. Yer-Su İnancı)
Bâzı dağlara, ormanlara ve ırmaklara kutsal değerler yüklerler.
Tengriciler bâzı gezegenleri, uyduları, yıldızları, yıldız kümelerini ve diğer astronomik cisimleri kutsal sayarlar.
Tengricilik'de erkeğin toplumdaki statüsü, kadınınkinden üstün değildir.
Tengricilik teriminin farklı şekilleri
Tengrizm kelimesi henüz yayılmak üzere olduğundan farklı kavramlara da rastlamak mümkündür.
Tengrizm, Tänriizm, Tengrianity
Tengerizm (Moğollar'da)
Tangriizm ya da Tangrizm (eski Bulgarların Tengri için "Tangra" kelimesini kullanması)
Tengrianizm (Rafael Bezertinov'un kitabında)
Tengricilik, Gök Tanrı Dini, Gök Tengri Dini (Türkiye'de)
Tengirçilik (Kırgızlarda, Tatarlarda, Kazaklarda ve Altaylarda)
Fuzuli Bayat, Hoca Ahmed Yesevi ve Halk Sufizminin Bâzı Problemleri, Ağrıdağ, Baku, 1997
Fuzuli Bayat, Türk Şaman Metinleri, Efsaneler ve Memoratlar, Piramit, Ankara, 2004. ISBN 975-8854-37-2
Fuzuli Bayat, "Anadolu Halk Sufizminin Oluşmasında Şamanlığın Rolü", Uluslararası Anadolu İnançları KongresiBildirileri, 23-28 Ekim 2000, Ürgüp/Nevşehir, Ankara, 2001
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu, 2000.
Esat Korkmaz, Eski Türk İnançları Ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2003
Bruno J. Richtsfeld: Rezente ostmongolische Schöpfungs-, Ursprungs- und Weltkatastrophenerzählungen und ihre innerasiatischen Motiv- und Sujetparallelen; in: Münchner Beiträge zur Völkerkunde. Jahrbuch des Staatlichen Museums für Völkerkunde München 9 (2004), S. 225–274.
Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri. Şamanizm. Ankara, 2005
Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006.
^abcdefghijklmDr. Peter Laut: Vielfalt türkischer Religionen: Tänriismus, Universität Freiburg [1] 30 Eylül 2007 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. (Almanca: Türklerde dinlerin çeşitliliği/ Freiburg Üniversitesi'nden Dr. Peter Laut)
^abcdefgGötter und Mythen in Zentralasien und Nordeurasien Käthe Uray-Kőhalmi, Jean-Paul Roux, Pertev N. Boratav, Edith Vertes: ISBN 3-12-909870-4 İçinden: Jean-Paul Roux: Die alttürkische Mythologie (Eski Türk mitolojisi)
^Wörterbuch der Mythologie, Band 2, Stuttgart 1973, Hsg. Norbert Reiter, S. 249, M. de Ferdinandy adlı yazarın, Die Mythologie der Ungarn Macarların mitolojisi adlı makalesi
^University of Saskatchewan, Andrei Vinogradov, Din bilimi ve Antropoloji bölümü, Kasım 2003 Sayfa 78 27 Mart 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
^Viyana Üniversitesi'nin Einführung in die Ethnologie Zentralasiens (Orta Asyanın Etnolojisi) adlı makalesinde Religion der frühen Türken und Mongolen (Eski Türklerin ve Moğolların Dini) adlı bölüm, S.110 (Almanca) [2] 9 Eylül 2006 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
^Sergei Filatov, Aleksandr Shchipkov. Religious Developments among the Volga Nations as a Model for the Russian Federation. Religion, State & Society, Vol. 23, No. 3, 1995. pp. 239-243