Bayram (senaryoda) The Road (İngilizce) Rê (Kürtçe)
Yol, senaryosu Yılmaz Güney tarafından yazılan, Yılmaz Güney ve Şerif Gören tarafından yönetilen 1981 yapımı dram, politik ve gerilim filmidir.[4]Tarık Akan, Şerif Sezer, Halil Ergün, Necmettin Çobanoğlu, Meral Orhonsay gibi oyuncuların başrolde yer aldığı filmdir.[5] Yurt dışında büyük ilgi gören film, o dönemde sıkıyönetimin yarattığı baskıcı yönetim tarzına ve ülkedeki Kürtlerin sorunlarına açıkça değindiğinden ötürü Türkiye'de uzun bir süre yasaklı kalmış ve izleyenlere cezalar bile verilmiştir.[5][6][7] Türkiye'de 1992 yılında izlenme yasağı kaldırılmış ve 1999 yılında Yılmaz Güney'in eşi Fatoş Güney'in çabalarıyla gösterime girebilmiştir.[8] Film, 1982'deki Cannes Film Festivali'nde "En İyi Film" seçilip Altın Palmiye Ödülü'nü kazanmış ve bu ödülü alan ilk Türk filmi olmuştur.[9] Ödül, Türk sinema tarihinde kazanılan en önemli ödüllerden birisidir.[10]
Yılmaz Güney, kısmen kendi mahkûmluk yıllarından esinlenerek yazdığı filmin senaryosunu hapishanede tamamladı. Güney, filmin çekimlerinde bulunamayacağı için senaryoyu normal bir film senaryosuna göre oldukça detaylı hazırladı.[11] Çekimlerine ise 1981'in ocak veya şubat aylarında başlandığı bilinmektedir. Film, Yılmaz Güney'in hapishanede olması nedeniyle arkadaşı ve eski asistanı Şerif Gören tarafından Güney'in talimatları ve yönlendirmeleriyle yaklaşık dört aylık zaman diliminde çekildi.[12] Bu durum, daha sonra bazı kesimlerce Yılmaz Güney'in "hapishaneden film yöneten yönetmen" olarak bahsedilmesine neden oldu.[12][13] Film, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki Türkiye'yi, devlet yetkililerini ve özellikle Kürt halkını, bir hafta ev iznine verilen beş mahkûmun hikâyeleri aracılığıyla göstermektedir. Yılmaz Güney, sıkıyönetim dolayısıyla filmin Türkiye'de yayınlanmayacağını öngördüğü için görüntüleri yurt dışına, İsviçre'ye gönderdi. Ardından aynı yıl hapishaneden ve Türkiye'den kaçan Güney, İsviçre'ye gitti. Güney, görüntüleri İsviçre'den aldıktan sonra Fransa'ya geçti ve filmin kurgusunu orada yaptı. Kurgu sırasında, Cannes direktörünün süreyi kısaltma önerisi ile beğenmediği bazı sahneleri çıkardı ve bu da filmin süresinin orijinalinden yaklaşık 22 dakika eksik olmasına neden oldu.
Film, İmralı Yarı Açık Cezaevi'nde gardiyanların mahkûmlara akrabaları tarafından yazılmış mektupları dağıtmasıyla başlar. Mektup alanlar büyük bir merakla yazılanları okurken, alamayanlar derin bir üzüntü yaşarlar. Cezaevi koşulları serttir. Mahkûmlara sürekli cezaevi kurallarına uymaları gerektiği, uymayanların cezalandırılacağı, disiplinin en önemli şey olduğu duyurulur. Kısa süre sonra, yaklaşan "bayram" vesilesiyle haftalık izinlerin açıldığı duyurusu gelir ve hangi mahkûmların bayram iznine gideceğinin yazıldığı liste bahçeye asılır. Buna göre mahkûmlar, bir haftalık sürenin sonunda eğer teslim olmazlarsa firar muamelesi görecekler ve yakalandıklarında kapalı cezaevine gönderileceklerdir. İzin alan mahkûmlar, birer birer cezaevinden çıkıp kendilerini bekleyen vapura binerler. Bu süreçten sonra Seyit Ali, Mehmet Salih, Ömer, Mevlüt ve Yusuf isimli beş mahkûmun öyküsü filmde iç içe gelişmeye başlar.
Seyit Ali (Tarık Akan); soğukkanlı, sert ve sessiz birisidir. Ailesi, karısı ve çocuğu Konya'da olduğu için izin süresini orada geçirmeyi hedefleyen Seyit Ali, izne çıktığının ilk gün akşamı Konya'ya vardığında, sokağa çıkma yasağı nedeniyle askerler tarafından diğer yolcuların da bulunduğu otogara götürülür ve gün doğana kadar orada kalır. Ertesi gün ailesinin evine gider ve annesini görür. Annesi; karısının oğlunu bırakıp kaçtığını, oğlunun da Sancak'taki dayısının yanında olduğunu söyler. Seyit büyük bir şaşkınlık geçirir. Üstelik kayınbiraderinin ona yazdığı mektupta karısı Zînê'nin bir genelevde yakalandığı, eve getirildiği ve cezasının ölüm olduğunu okuyunca, hemen Sancak'a giden trene biner. Trende koğuş arkadaşı Mehmet Salih ile karşılaşır ve meseleyi ona anlatır. Mehmet ile ayrıldıktan sonra Sancak'a varır ve önce kayınbiraderi Şevket'in yanına uğrar. Şevket, karısının babasının yanında olduğunu söyleyince Seyit bir an evvel oraya gitmek ister. Ancak bölgede yoğun kar ve tipi vardır. Şevket, Seyit'e kalın giysiler, bir at ve bir silah verir. Atına binen Seyit, aynı zamanda amcası olan kayınpederinin evinin yolunu tutar. Yolda kar ve rüzgâr iyice bastırınca Seyit donmanın eşiğine gelir. Üstelik atı da soğuktan ötürü hareket kabiliyetini kaybeder ve olduğu yere çöker. Dağ başında acımasız soğuğun ortasında kalan Seyit, biraz düşündükten sonra atını silahla öldürür ve donmaktan kurtulmak için atın karnını yarıp içine girer.[not 2] Zorlu yolculuk sonrası güç bela amcasının evine varan Seyit, karısını ailenin ceza olarak zincire vurduğu ahırda bulur. Karısı Zînê, yaptıklarından çok pişmandır ve kaderine razı gelmiştir. Seyit'in amcası, kızının namuslarına leke düşürdüğünü ve öldürülmesi gerektiğini kararlılıkla söyler. Seyit, onları kayınbiraderi Şevket'in yanına götürüp karısının işini orada halledeceğini söyler ve ertesi gün oğlunu da yanına alıp yola çıkarlar. Yeni duş almış ve ince giysiler giymiş olan Zînê, yolun ortasında dondurucu soğuğa dayanamaz ve kendisini kurtarması için Seyit Ali'ye yalvarır. Gerçekte Seyit, merhamet duygusu kabardığı için baştan beri karısını öldürmeye karşı olsa da bunu kimseye dile getiremez. Zînê'yi kurtarmak için çırpınır durur, ama vahşi doğanın ölümcül soğuğuna karşı gücü yetmez.
İkinci mahkûm Mehmet Salih (Halil Ergün), yıllar önce kayınbiraderi Aziz'in ölümüne neden olduğu gerekçesiyle karısının ailesinden kötü muamele görmektedir. İki çocuğuyla birlikte babasının Diyarbakır'daki evinde kalan karısı Emine'yi görmek için izne çıkan Mehmet, önce Adana'ya varıp bir dostunu ziyaret ettikten sonra trene biner. Trende koğuş arkadaşı Seyit Ali ile karşılaşır ve Seyit Ali'nin ahvalini üzüntüyle öğrenir. Tren Diyarbakır'a ulaştığında Seyit Ali ile vedalaşır ve kayınpederinin evine gider. Bütün kayınbiraderlerinin öfkesini üzerine çeken Mehmet, karısını ve çocuklarını görmek isteyince kayınpederi buna engel olur. Bunun üzerine Mehmet, boynu bükük oradan ayrılır. Mehmet'in karısı Emine ise, her ne kadar kardeşi Aziz'in yıllar önceki ölümü onun yüzünden gerçekleşmiş olsa da kocasını bir kenara atamaz. Emine, kimsenin beklemediği bir anda çocuklarıyla evden kaçıp kocasının yanına gider ve birlikte trene binerler. Karı koca, gece vakti yolcuların uyuduğu sırada tuvalete girip cinsel ilişkiye girmeye çalışırlar. Ancak onları gören bazı yolcuların diğerlerine haber vermesiyle başlayan kargaşa sonucunda karı koca, galeyana gelen yolcuların arasından tren görevlileri sayesinde zar zor kurtulur. Olanları öğrenen kondüktör, kendilerini ilk istasyonda güvenlik görevlilerine teslim edeceğini bildirir. Emine'nin evden kaçtığı haberini öğrenen ailesi ise küplere biner. Emine'nin erkek kardeşi, olanları hazmedemeyip yanına silahını aldığı gibi gece vakti durakta trene biner, ardından ablası ile eniştesini çocuklarının ve tüm yolcuların gözü önünde silahla öldürür.
Üçüncü mahkûm Ömer (Necmettin Çobanoğlu), diğer mahkûmlardan farklı olarak daha yolculuğunun ilk aşamasında hapishaneye dönmemeye kararlıdır. Urfalı bir Kürt olan, memleket hasretiyle yanıp tutuşan ve amacı Suriye sınırından yurt dışına çıkmak olan Ömer, Birecik'teki ailesinin köyüne gider. Köye vardığında askerlerin, kendi evlerinde saklanan Kürt kaçakçıları yakalamak için operasyon düzenlediklerini görür. Köye tam bir ölüm sessizliği hâkimdir. Ömer, askerler kaçakçıları alıp götürdükten sonra ailesiyle buluşur ve hasret giderir. Ömer'in babası, son günlerde askerler ile kaçakçılar arasında sınırda çok çatışma yaşandığını, herkesin korkuyla hareket ettiğini söyler. Ayrıca Ömer, askerlerle çatışanlar arasında evli olan ağabeyinin de olduğunu öğrenir. Annesi ve babası, her gün oğullarının akıbetinin ne olacağı korkusuyla yaşamaktadır. Köydeki bir kızdan hoşlanan, ancak ailesi ve kendisinin durumu nedeniyle evlenmeyi düşünmeyen Ömer, birkaç gün sonra Türk askerleri tarafından köye getirilen ceset dolu traktörün içerisinde ağabeyinin de olduğunu görür. Askerler, sınırda yaşanan çatışmalar nedeniyle öldürülen bu şahısların kimliklerinin belirlenmesi için köylülerin onlara bakmasını isterler. Ağabeyinin ölüsünü anne ve babasıyla birlikte gören Ömer, töre gereği ağabeyinin karısının yeni kocası olur. Üstelik aile, korkudan ötürü cesetlerine sahip çıkamaz. Film sonunda Ömer, ailesiyle vedalaşıp atını sınıra doğru sürer.
Dördüncü mahkûm Mevlüt (Hikmet Çelik), içkiye ve kadına düşkün olarak tasvir edilen bir karakterdir. Nişanlısını görmek için Gaziantep'e giden Mevlüt, koğuş arkadaşları Yusuf ve Ömer ile birlikte otobüste yolculuk eder. Yolda karşılarına çıkan bir çevirme sonucu askerler Yusuf'u alıp götürünce, Ömer ile yolculuğuna devam eder; otobüs Gaziantep'e vardığı sırada da Ömer ile vedalaşır. Bayram vesilesiyle nişanlısının ailesini ziyaret eden Mevlüt, görüşmeden sonra nişanlısı Meral ile dışarıda gezintiye çıkar. Meral, nişanlısı Mevlüt'ü her türlü şeye rağmen seven, saf ve çekingen bir kadındır. Ancak muhafazakâr bir kesimden gelen Meral'ın ailesi, nişanlıların gezinti sırasında yanlış bir şey yapmamaları için, onları uzaktan gözlemleyen iki kadın görevlendirir. Kadınları bu sırada görmesine rağmen bozuntuya vermeyen Mevlüt, Meral ile gezintisini bitirdikten sonra, olanlardan ötürü aşırı öfkelenir ve alkol alır. Daha sonra Mevlüt, kendisi de nişanlısı hakkında muhafazakâr isteklere sahip olmasına rağmen, sarhoşluğunun etkisiyle kendini bir geneleve atar ve oradaki fahişelerden biriyle cinsel ilişkiye girer.
Beşinci mahkûm Yusuf (Tuncay Akça), cinayetten hapse girmiş kısa boylu ve oldukça genç bir karakterdir. Cezaevinde beslediği kuşunu yanından hiç ayırmayan Yusuf, bir an evvel karısı Leyla'yı görme arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. İzinlerin açıklandığı ve mahkûmların vapurla alındığı sırada sürekli en heyecanlı mahkûm olarak gösterilen Yusuf, koğuş arkadaşları Mevlüt ve Ömer ile kebap yedikten sonra birlikte otobüse binerler. Yolculuk sırasında karşılarına çıkan askerler, yolcuları aşağı indirip kimliklerini kontrol etmeye başlayınca Yusuf izin kâğıdını kaybettiğini fark eder. Sarf ettiği sözlerle komutanı bir türlü ikna edemeyen Yusuf, izinli olup olmadığı belirlenene kadar askerler tarafından gözaltına alınır. Karısına kavuşma ümidiyle günlerce gözaltında kalan ve nihayetinde umudunu yitiren Yusuf, böylece izne çıkamaz.
Oyuncular
Tarık Akan (sol), filmde en çok görünen ve hikâyesi "ana hikâye" olan "Seyit Ali" karakterini, Halil Ergün (sağ) ise Diyarbakırlı "Mehmet Salih"i oynadı.
Filmin adı, yaratıcısı Yılmaz Güney'in kafasında ilk şekillendiği vakit Yol değil, Bayram'dı.[15] Bu ismin nedeni ise, İmralı Yarı Açık Cezaevi'nde yatan kader mahkûmlarının "bayram" nedeniyle bir haftalık izinlerini kullanmak için dışarıya çıkacak olmalarıdır. Mahkûmlar bayram gelip çattığında, sıkıyönetim nedeniyle askıya alınan izinleri tekrar verilir ve onlar da valizlerini toplayıp heyecanlı bir şekilde dışarının yolunu tutarlar. Daha filmin ilk sahnelerinde "içeri" ve "dışarı" ayrımları, kavramsal olarak çok net bir şekilde seyircinin zihninde kalın çizgilerle belirginleştirilir. Burada Yılmaz Güney bunu bilerek ve isteyerek perdeye yansıtır; çünkü genel toplumsal yargı, cezaevinin "içeri" ve onun dışında kalan dünyanın ise "dışarı" olduğuna inanmaktadır ya da inandırılmaktadır. Yılmaz Güney bu algıyı çok iyi bildiğinden bu ikilemi sert bir şekilde gözler önüne sermiştir.
Burada çarpıcı olan diğer bir nokta, filmin sonradan isminin değiştirilmesi sonucu gözlerden kaçan "bayram" meselesidir. Müslüman dünyasında –Türkiye toplumu da buna dâhildir– bayram, geleneksel olarak mutluluk, dargınlıkların giderilmesi, barış ve benzeri temaların birbirine eklemlenmesi sonucu ortaya çıkan dinî temalı bir güne işaret eder. Fakat Yılmaz Güney burada ortaya çıkan tezatı zekice gözler önüne sermek için filmin ismine yüklediği anlamı derinleştirir. İçeridekiler bayram nedeniyle dışarıya çıkmışlardır, fakat dışarıda bayramdan çok toplumun bayramsızlığı hâkimdir. Yani kavramlar birbirine girmiş gibi bir toplumsal durum söz konusudur dışarıda. Sanki içerisi ve dışarısı yer değiştirmiştir. Zaten Yılmaz Güney filmin ilk fikrinin böyle oluştuğunu, daha sonra yaptığı konuşmalarda dile getirmiştir. Bayram ya da Yol, içeridekilerle ilgili olmaktan öte dışarının içeriye dönüşmesi ile ilgili bir filmdir.[16]
Senaryo yazımı
12 Eylül 1980'de Türkiye'de gerçekleşen askerî darbe, Güney'in kariyerini kötü yönde etkiledi. Darbeden sonra Güney'in eserleri yeni askerî cunta tarafından yasaklandı, bazılarının kopyaları yakıldı, bazıları da yok edildi. Bu sıralarda Güney, Bayram adını verdiği filminin senaryosunu hapishanede tamamladı. Bu ilk senaryoda Güney, 11 mahkûmun izne ayrılmasını aynı anda konu almaktaydı. Ancak böyle bir senaryo, "uzun süreli ve pahalı bir film" demekti. Güney Film, bu pahalı yapımın finansmanını tek başına sağlayamadı. Bunun üzerine İsviçre merkezli yapım şirketi Cactus Film, filme maddi anlamda destek verdi ve Yılmaz Güney de senaryoyu sadeleştirip ana karakter sayısını 6'ya düşürdü.
Çekimler
Güney, filmin çekimi için ilk önce yönetmen Erden Kıral'ı işe aldı. Kıral'ın çekip kendisine gönderdiği görüntüleri beğenmeyen Güney, Kıral ile yollarını ayırdı ve eski asistanı Şerif Gören'e bu sorumluluğu verdi.[17] Güney, büyük önem verdiği bu filmin çekimlerinde bulunamayacağı için senaryoyu normal bir film senaryosuna göre oldukça detaylı hazırlamıştı. Söylediğine göre, yazdığı senaryoda oyuncuların jest ve mimikleri ve kameranın açısı ayrıntıyla anlatılmıştı.
Şerif Gören, 1981'in başlarında –Ocak veya Şubat ayında– filmin çekimlerine başladı ve çekimler yaklaşık dört ay sürdü.[18] Gören, Güney'in hapishaneden gönderdiği talimatlara ve yönlendirmelere harfiyen uydu.[19][20] Güney, Şerif Gören'in çektiği görüntülerin çoğunu hapishanedeki bazı arkadaşlarıyla birlikte izleme ve değerlendirme imkânına sahip oldu.[21] Çekimlerin büyük bir kısmı hükûmetten ve güvenlik görevlilerinden gizli bir şekilde gerçekleştirildi. Filmin hikâyesindeki karakter çokluğundan ötürü çekimler birçok şehirde yapıldı. Cunda Adası'nda başlayan çekimler; Büyükada, Konya, Adana, Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Siirt ve Bingöl'de devam etti.[22] Yılmaz Güney, filmin çekimleri tamamlandıktan sonra görüntüleri yurt dışına, İsviçre'ye gönderdi.
Müzikler
Filmin müziklerini Zülfü Livaneli yaptı, ancak o dönem Türkiye'deki siyasi atmosfer nedeniyle ve 1980 darbesi sonrasındaki Türkiye mahkemelerinin olası yaptırımlarından kaçınmak için "Sebastian Argol" takma adını kullandı. Livaneli, festivalden önce filmi Fransa'da Yılmaz Güney'le izledikten sonra oturup müzikleri yazdı ve Stockholm'de stüdyoya girip kaydetti. Çeşitli Kürt ağıtlarının da eklendiği müzikler, ABD ve Avrupa'da "Sebastian Argol" adıyla piyasaya sürüldü.[23]
Livaneli'nin anlattığına göre, ressam arkadaşı Abidin Dino, o dönemde "sakıncalı" olan Yol nedeniyle Türk vatandaşlığından çıkarılmaması için takma isim kullanmasını önermişti. O günden sonra dünyanın dört bir yanından Livaneli'ye akan telif parası, Argol'un hesabında toplanmaya başlamıştı.[23]
Filmde, Kürt müzisyen Nizamettin Ariç'in "Ahmedo Roni" adlı Kürtçe aşk şarkısı da yer almaktadır. Nizamettin Ariç, 1979'da söylediği bu şarkısından dolayı komünizm propagandası ve bölücülük suçlarından yargılanmaya başlamış, TRT'de sanatçı olarak çalışırken işine son verilmiş ve iş yapamaz duruma düşürülmüştü. 12 Eylül Darbesi'nden sonra da Almanya'ya yerleşmişti.
Yayınlanma
Yılmaz Güney, İsviçreli bir sinemacı olan Edi Hubschmid'in yardımlarıyla 1981'in Ekim ayında hapishaneden yurt dışına kaçtıktan sonra, filmin görüntülerini almak için İsviçre'ye gitti.[24] Bir süre İsviçre'de kalan Güney, daha sonra görüntüleri alıp Fransa'nın başkenti Paris'e geçti ve filminin kurgusunu yapmaya başladı. Edi Hubschmid de filme yapımcılık alanında destek sağladı. Güney, filmi Cannes Film Festivali'ne yetiştirmek istiyordu; bu nedenle kurgu sırasında beğenmediği bazı sahneleri çıkardı. Bunlar arasında, "Seyit Ali" karakterini canlandıran Tarık Akan'ın dağ başında dondurucu soğuğun ortasında kalınca atını öldürüp karnını yardığı ve donmamak için içine girdiği sahne de vardı. Güney, görüntülerin koyu ve kötü çıkması nedeniyle bu sahneyi üzüntüyle ve biraz da öfkeyle kesmek zorunda kaldı.[25][26] Ayrıca filmin süresini biraz kısaltmak için, kısmen de oyunculuklarını beğenmediği için, bir mahkûmun hikâyesini tamamen filmden çıkardı ve böylece ana karakter sayısı 6'dan 5'e düştü. Güney'in yaptığı kurgular, orijinali yaklaşık 125 dakika (2 saat 5 dakika) olan filmin 22 dakika eksilmesine, 103 dakikaya düşmesine neden oldu. Film süresinin kısaltılmasını Cannes Film Festivali direktörü Gilles Jacob talep etmiş, filmin 1 saat 50 dakikada (110 dakika) sınırlandırılmasını önermişti. Filmin kurgucularından Elisabeth Waelchli, montaj aşamasını şöyle anlattı:[27]
"15 dakikayı aralardan kısaltacak zamanımız yoktu, o yüzden altıncı karakterin öyküsünü çıkardık. Ayyaş ve kumarbaz olan bu karakter, Türkiye'nin bir başka yönünü anlatıyordu ama diğer karakterlerden farklı bir öyküsü vardı, bu yüzden onu kullanmadık. Yönetmenler filmlerine kıyamaz, çekim sırasındaki anılarını da katarlar işlerine, kurguda sahne atmaları kolay değildir. Ama Yılmaz Güney çok eleştirel yaklaştı Yol'a. Böylece işimiz kolaylaştı."
— Elisabeth Waelchli
Son olarak Yılmaz Güney, senaryoda Bayram olan filmin ismini Yol olarak değiştirmeye karar verdi. Yol'un kurgusunu bitirdikten sonra filmi festivale gönderdi. Film, 1982 Cannes Film Festivali'nde Costa–Gavras'ın Kayıp filmiyle ortak olarak "En İyi Film" seçilip Altın Palmiye Ödülü'nü kazandı ve bu başarıyı sergileyen ilk Türkiye yapımı film oldu.[28] Güney, ödülü İtalyan oyuncu Vittorio Gassman [en]'ın elinden aldı ve kameralara sağ yumruğunu havaya kaldırarak poz verdi.[29] Türkiye'deki sıkıyönetiminden ötürü yurt dışına çıkış yasağı bulunan Şerif Gören ve filmin oyuncuları ise ödül törenine katılamadılar. Sürü (1978) ve Düşman (1979) filmlerinden sonra bu kez Yol filminin büyük bir Avrupa film festivalinde ödül kazanması, Yılmaz Güney'in yurt dışındaki ününü daha da artırdı.
“
Bu filmin yapıldığı koşullarda biz Türkiye'deydik ve bu filme karar verdiğimiz zaman da yine şartlar çok kötüydü. [...] Ben, yurt dışına çıkmasam da bu filmin Türkiye'de gösterilmeyeceğini biliyordum. Ancak, benim için bir mücadele aracıydı film yapmak; direnmenin, baş eğmemenin, bir çeşit başkaldırmanın ifadesiydi.
Yol, Fransa sinemalarında 1,2 milyonun üzerinde kişi tarafından rekor sayıda izlendi.[31] Üstelik 1982 Altın Küre Ödülleri'nde "Yabancı Dilde En İyi Film" dalında aday gösterilerek şu ana kadar bu başarıyı yakalayan tek Türkiye yapımı film oldu.[31] Fakat Türkiye hükûmeti, askerî darbenin ardından ülkede yaşanan siyasi ve sosyal sorunları eleştiren bir içeriğe sahip olduğu için ve içerisinde Kürtçe diyaloglar ve "Kürdistan" terimi barındırdığı için Yol filmini "devlet aleyhine propaganda" yapmakla suçladı ve ülke sınırlarında gösterilmesini yıllarca yasakladı.[32][33] Yılmaz Güney, "tutukluyken senaryolarından hareketle gerçekleştirilen filmlerin başarısının o filmleri yapan arkadaşlara ait olduğunu ve Yol'un Türkiye'de suç oluşturmasının tüm sorumluluğunun kendisine ait olduğunu" söyledi.[34]
İlk kez 1982'nin Mayıs ayında Cannes Film Festivali'nde gösterilen Yol, aynı yıl Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Portekiz, Hollanda, İspanya, Almanya, Danimarka, Finlandiya ve İsveç'teki sinemalarda da gösterime girdi. Film, ABD'de "izin" anlamına gelen The Permission adıyla da bilinmektedir.[5] 1983 yılında Belçika, Avustralya ve Macaristan'da gösterime girdi. 1985 yılında Japonya'da, 1986 yılında İran'da ve 1989 yılında ise Güney Kore'de vizyona girdi. Türkiye'de ise 17 yıl sonra, Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Vakfı ve Yılmaz Güney'in eşi Fatoş Güney'in çabalarıyla İmaj Stüdyoları tarafından restore edildi ve 1999 yılının Şubat ayında gösterime girdi. 2004 yılında son olarak Çekya'da bir festivalde gösterildi.[35]
Anlatı yapısı
“
Yol filmi politik bir filmdir. Türkiye sınırları içerisinde, her şeyin hapishane olduğunu söyleyen bir filmdir. Yasaklar, birçok engeller, özgürlük yok, demokrasi yok... Hiçbir şeyin olmadığını anlatan bir filmdir.
Filmin cezaevinde geçen ilk sahnelerinde iktidar ve otorite, ses üzerinde kristalleşir. İktidar ve otorite, görünmez bedenlerin arkasında saklı tutulan bir sese dönüşmüştür. Otoritenin sadece bir sese dönüşmesi, onun katı gerçekliğini gözler önüne serer. Otorite görünmezdir, sadece ses üzerinden düzeni kontrol etmeye yönelik yaptığı açıklamalarla varlığını tanrısal bir düzleme, görünmez ve sadece işitilen bir korkuya dönüştürmüştür. Tanrı'nın sadece sözler üzerinden var olmasına denk bir durumdur bu. Çünkü yeryüzündeki tüm otoriteler, Tanrı otoritesinin cisimleşmiş hâli gibidir.[37]
Cezaevi sahnelerinde sadece ses üzerinden duyulan anonslarda sıkça bahsi geçen "şanlı ordumuz" veya "kurallara uymayan kapalı cezaevine gönderilecek" açıklamaları eski bir geleneğe gönderme gibidir. Bu dış sesler birkaç yüzyıl dolaştıktan sonra seyircinin kulağına gelir. Bu seslerin özü aslında "günah işleyen cehenneme gidecek" veya Tanrı'nın buyruklarına denk talimatların "şanlı ordu"ya mal edilmesi işlevini görür. İnsanlık açısından çok eski bir mitoloji olan bu durum, otoritenin tarihsel gelişim içinde seküler kalıplara bürünerek işlevini sürdürmesini gizliden gizliye seyirciye anlatır.[37]
Filmin en vurucu imgesel anlatımlarından birini teşkil eden "muhabbet kuşu" ise kader mahkûmlarının cezaevi dışında bıraktıkları hayatlarının onların ruhunda yarattığı tutsaklığa işaret eder. Muhabbet kuşu sürekli bir kafesin içindedir. Fakat yine kafesin içinde ve Yusuf adlı mahkûmun elinde dışarıya açılır. Mahkûmların iç tutsaklığı, muhabbet kuşu üzerinden imgesel bir dünya yaratılarak bir anlatıma kavuşur. Çünkü her bir mahkûmun ya da en azından mikro düzeyde hikâyelerine tanık olduğumuz mahkûmların, bedensel tutsaklıklarından öteye sosyo–psikolojik alt metinlerle okuyabileceğimiz tutsaklıkları vardır. Bu tutsaklık, bedensel bir tutsaklığın ötesinde binlerce kat daha derin bir anlama, yüke sahiptir. Katı geleneklerin, anlamların etrafında şekillenen toplumsal yargıların, günahların zehirlediği bir hayatın tutsaklığıdır bu. Muhabbet kuşu bu iç tutsaklığın dilsiz kalmış, dilsizleştirilmiş ve sadece oradan oraya sürüklenen fotoğrafı gibidir. Ya da mahkûmların şahsında, toplumun bireyi kurban etme seanslarının dünyanın en kuytu köşelerinde hâlen devam etmesini yansıtır. Bu da otoritenin tutsaklığı sadece bedenle sınırlı tutmadığı, geleneklerin bireyin ruhunda en büyük deliklere yol açarak o deliklerden sızıp bireyin ruhunu tutsak ettiğinin çıplak bir anlatımıdır.[37]
Filmin en karizmatik karakterlerinden biri olan, Tarık Akan'ın canlandırdığı Seyit Ali'nin dişi ağrımaktadır. Dişinin yarattığı acı, onun şahsında geleneğin–otoritenin birey üzerinde yarattığı tahribat ve acının soyut bir anlatımıdır. Ağrıyan dişi onun konuşmasını, kendini anlatmasını engellemektedir. Ağrıyan diş, kurulu düzenin yarattığı korkunç geleneklerin Seyit Ali'nin şahsında yarattığı acının büyüklüğüne, katılığına işaret eder. Yılmaz Güney burada belki sansür nedeniyle belki de sinemanın usta bir şahsiyeti olmasından kaynaklı olarak derin bir imgesel anlatımı uygun görmüştür. Bu üslup, ünlü Rus yönetmen Andrey Tarkovski (1932–1986) ve yine onun çapında olan İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi (1940–2016) filmlerinde rastlanabilecek kadar büyük bir anlatım biçimidir.[37]
Sonuç olarak Seyit Ali'nin dişi tedavi edilir. Burada tedavi için seçilen yöntem ise çok çarpıcıdır. Diş, eski bir gelenekle kızgın bir demir şiş aracılığıyla dağlanır; kurulu düzenin eski araç ve yöntemlerle tedavi edilmesi gibi... Ancak dişin bir süre sonra tekrar ağrımaya başlamasıyla aslında kurulu düzenin köklü bir tedaviye ihtiyacı olduğunu vurgular gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Çünkü o diş bir süre sonra tekrar ağrımaya başlayıp yarattığı acıya devam edecektir. Dişin kızgın demirle dağlanması ise sadece geçici bir süreçtir.[37]
Eleştirel görüşler
Yol filminin Altın Palmiye başarısından sonra Time dergisi eleştirmeni Richard Corliss, Yılmaz Güney'i "dünya çapında bir film yapımcısı" olarak tanımladı.[19]Alman yönetmen Werner Herzog, 1982'de Yol'un "son on yıldaki başka hiçbir şeye benzemeyen bir film olduğunu ve kendisini derinden etkileyen filmlerden biri olduğunu" söyledi.[38]The New York Times eleştirmeni Vincent Canby ise, filmin önemli konulara değinmesine rağmen bu konulara değinmenin onu büyük bir sanat eseri yapmadığını yazdı; ancak yine de filmi "büyük, düzgün ve ağır bir panorama" olarak tanımladı.[39] Amerikalı gazeteci Bob Thomas, filmden "gelenek ve intikamla iç içe geçmiş üç hayatın yoğun bir şekilde insani hikâyesi" diye bahsetti.[40]
Yol, İran sinemasından birçok yönetmeni de etkilemiştir. İranlı yönetmen Cafer Penahi, 2000 yılında verdiği bir röportajda "Yılmaz Güney sinemasını ve Yol filmini çok beğendiğini" söyledi.[41] Yine İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi, bir keresinde yönetmen Zeki Demirkubuz'a "Siz bizden çok şanslısınız, çünkü arkanızda Yol gibi bir film var." dedi.[42]Mecid Mecidi, Yol filminin oldukça başarılı olduğunu söyleyip Yılmaz Güney'i "büyük bir usta" olarak tanımladı.[43]
En İyi Film ve En İyi Yönetmen Akademi Ödülü sahibi olan Meksikalı–Amerikalı yönetmen Alejandro G. Iñárritu, Stephen Lowenstein'ın 2008'de çıkan My First Movie, Take Two adlı kitabında sinemayla ilgilenmeye başlamasının ilk etkeninin Yol filmi olduğundan söz etti. 17 yaşında filmi izlediğini söyleyen Iñárritu, filmden "çok insancıl, çok gerçekçi ve dramatik" şeklinde bahsetti ve müziklerini övdü. Iñárritu'nun Amores Perros (2000), 21 Grams (2003) ve Babel (2006) filmleri, Yılmaz Güney'in Yol filmindeki gibi birden çok insanın öyküsünü aynı anda konu almaktadır. Yine Iñárritu'nun The Revenant filmi 2016'da Türkiye'de vizyona girdikten sonra, BirGün gazetesi yazarı Cüneyt Cebenoyan tarafından Leonardo DiCaprio'nun soğuk havadan korunmak için ölen bir atın karnına girdiği sahnenin Yol filminde Yılmaz Güney tarafından kurguda kesilen sahneye gönderme olduğu söylendi ve "Iñárritu'nun Yol'un hikâyesini ve asıl senaryosunu bildiğinin söylenebileceği" yorumu yapıldı.[25][26][44]
Almanya'da doğup yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın, 2006 yılında İngiliz The Telegraph gazetesindeki konuşmasında Yol filminden çok etkilendiğini söyledi. Akın, "Filmi ergenlik çağımda annemle birlikte izlemiştim. Öykü çok etkileyiciydi." dedi.[45]
Amerikalı film eleştirmeni Leonard Maltin, 2015 Film Rehberi kitabında filme beş üzerinden üç yıldız verdi ve filmi "keskin" olarak tanımladı.[46] 2019'da Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştiren Oscar Akademisi Başkanı John Bailey, "ilk izlediği Türk filminin Yol olduğunu" söyledi ve filmin "güçlü" oluşundan bahsetti.[47]
Türk gazeteci ve sinema eleştirmeni Hakan Sonok, 2015'te kaleme aldığı bir yazısında "hiçbir Türk filminin Yol'un elde ettiği başarıları aşamadığını" belirtti.[48] Eleştirmen Atilla Dorsay da filmden övgüyle söz etti. Yol, Dorsay'ın 1996'da yayımladığı 100 Yılın 100 Filmi kitabına aldığı tek Türk filmiydi.[49] Dorsay, 2022'de verdiği bir röportajda filmin politik sebeplerle ödül aldığı iddialarına şöyle yanıt verdi: "O zamanın Türkiye'sinde de bugünkü gibi sola tahammülü olmayan, bırakınız komünizmi sosyal demokrat olmayı bile günah sayan bir kesim vardı. Bunlar Güney'in başarısını ağır deyişlerle çiğnemeyi denediler. Ama zaman Yol'un lehine çalıştı. Sinema tarihine geçen bir film oldu."[50]
Amerikan film sitesi Rotten Tomatoes'ta Yol, sinema eleştirmenleri tarafından %77 oranında olumlu görüşe sahiptir ve izleyicilerden %94 oranında puan almıştır.[51]IMDb'de ise değerlendirilmesi için 15 binden fazla oy kullanılmış ve 10 üzerinden 8.0 puan almıştır. Oy verenlerin çoğu (%30,3), filme 10 puan vermiştir; %23,5'i 8 puan, %20,3'ü de 9 puan vermiştir.[52]
Yol, çeşitli eleştirmenler ve kurumlar tarafından çoğu kez "Türk sinemasının en iyi filmlerinden biri" olarak nitelendirildi. 2016'da Amerikan dergisi The Hollywood Reporter, Yol'u "Altın Palmiye tarihinin en iyi 65. filmi" olarak derecelendirdi.[53] 2014 yılında Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen halk oylamasında Yol, Türk sinemasının en iyi 8. filmi seçildi. 2015 yılında ise Sinema Yazarları Derneği, açıklamış olduğu "100 Yılın En İyi 100 Türk Filmi" listesinde Yol filmini Yılmaz Güney'in Umut filminden sonra 2. sıraya yerleştirdi. Türk edebiyat dergisi Notos, 2016'da açıkladığı "Yüzyılın 40 Türk Filmi" listesinde Yol'u 1. seçti.[54] Ayrıca 2017'de Hürriyet gazetesinin sinema alanında deneyimli 100 kişiyle gerçekleştirdiği "Türk Sinemasının En İyi 100 Filmi" sıralamasında 2. seçildi ve o çalışmada Yol hakkında yazan yönetmen Özcan Alper, filme "zamanın ruhunu yakalayıp zamanını ve coğrafyasını aşan bir yapıt" dedi.[55]
Tartışmalar
Film, o dönemde 12 Eylül Darbesi'nin kontrolü altındaki Türkiye'yi olumsuz bir şekilde tasvir ettiği için Türkiye'de yasaklandı ve 1999 yılına kadar ülke sınırlarında gösterilmedi.[5] Daha da tartışmalı olan; o dönem Türkiye'de yasak olan Kürt dilinin, müziğinin ve kültürünün filmde kullanılması ve Kürtlerin Türkiye'de yaşadığı zorlukların anlatılmasıydı.[7] Bu yüzden de, yeri geldiğinde filmi izlediği tespit edilenler cezalandırıldılar. Nitekim 1989 yılında, Samsun'da bir evde video kasetle Yol filmini izleyen beş üniversite öğrencisi gözaltına alındı.[5]
Zaman zaman Yol filminin Altın Palmiye kazanmasında bazı "politik gerekçelerin" rol oynadığı iddia edildi. 1982 Cannes Film Festivali'nin Seçiciler Kurulunun on üyesi arasında yer alan Fransız yönetmen Jean–Jacques Annaud, "yaptıkları oylamalarda Yol'un devamlı on oy alarak tartışmasız bir biçimde ödüllendirildiği" bilgisini aktardı ve filmin kurul üyelerinin ortak beğenisini kazanmasında, sanat ve sinema dışı nedenlerin etkili olmadığını açıkladı.[56] 1982 Cannes Film Festivali'nin kurul üyeleri arasında İtalyan sinemacı Giorgio Strehler [en], Charlie Chaplin'in oyuncu kızı Geraldine Chaplin, Amerikalı sinemacı Sidney Lumet, Hint yönetmen Mrinal Sen ve aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez gibi isimler de vardı. Kimileri, 1982'deki jüri heyetinin Cannes tarihinde oluşturulmuş en iyi aydınlar topluluğundan biri olduğunu söylediler.[57] Nitekim Türk gazeteci Mehmet Ali Birand da, o yıllarda kaleme aldığı bir yazısında "Yol'u kazandığı ödülden dolayı karalamanın doğru olmadığını" belirtti.[58]
Filmin 1999'da Türkiye'de gösterime girebilmesi için, Türkiye'de Kürt olmanın zorluklarının anlatıldığı "oldukça politik" bazı sahneler ve yazılar çıkarıldı. Bu durum, film 2017'de Cannes Film Festivali'nin "Klasikler" bölümünde özel olarak gösterildiğinde de gerçekleşti. Eleştirmenler, bunun yönetmen Yılmaz Güney'in isteklerine aykırı olduğunu söyleyip olayı "sansür" olarak adlandırdılar.[59]
Ödül ve adaylıkları
Yol, dünyanın en prestijli film festivali olarak görülen Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi kazanan ilk Türkiye yapımı film olarak tarihe geçmiştir. Festivalde iki ek ödül daha alan film, şimdiye dek Cannes'da en çok ödül alan Türk filmidir. Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu filmi 2014'te Altın Palmiye kazanana kadar Yol, 32 yıl boyunca "Türkiye'nin tek Altın Palmiyeli filmi" ünvanını korudu.
^Maran Film şirketi de filmin yapımına katkıda bulunmuştur. Filmin iki yapım şirketinden biri olan Cactus Film ise daha sonra iflas ettiği için filmin şu anki tek sahibi, Yılmaz Güney'in kurmuş olduğu Güney Film'dir.
^Filmin yapımı sırasında çekilen bu sahne, daha sonra Yılmaz Güney tarafından görüntülerin kötü çıktığı gerekçesiyle yurt dışında yapılan kurguda kesilir ve Türkiye gösteriminde bu sahne yer almaz.
Kaynakça
^"YOL" (İngilizce). Festival de Cannes. 23 Nisan 2023 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 1 Ekim 2023.
^abCorliss, Richard (18 Ekim 1982). "YOL" (İngilizce). Time. ISSN0040-781X. 14 Aralık 2023 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 14 Aralık 2023.
^abCorliss, Richard (18 Ekim 1982). "YOL" (İngilizce). Time. ISSN0040-781X. 14 Aralık 2023 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 14 Aralık 2023.
^Silverman, Reuben (6 Eylül 2014). "The Realm of the Ugly King" (İngilizce). Jadaliyya - جدلية. 9 Haziran 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 2 Ağustos 2024.
^Maltin, Leonard (2014). Leonard Maltin's 2015 Movie Guide (İngilizce). Penguin. ISBN978-0698183612.|erişim-tarihi= kullanmak için |url= gerekiyor (yardım)
^Ünlü, Oğuzcan (7 Mart 2022). "Zaman, Yol'un lehine çalıştı". BirGün. Erişim tarihi: 6 Ekim 2024.Arşivlenmesi gereken bağlantıya sahip kaynak şablonu içeren maddeler (link)